Hırsımızı; kötülükler için ziyan edip, gerçekte ardından gitmemiz gerekenleri ise boşlamışız hep. Yaşadıklarımızın çoğu, geçmişin yüzünde tarih olanlardan değil, kendi içimizde gün gün büyütüp beslediğimiz, azalması ya da yok olması için hiç bir çaba sarf etmediğimiz sıkıntılarımızdan...
Yani bugünden...
Bugünün sunî olarak üretilmiş acılarından... Ve büyük bir ağırlıkla yüreğimizi yoran ve bizi ağlatan pişmanlıklarımız da bundan… Bazen dayanmakta çokça zorlandığımız ve bundan uzaklaşmak için, zihnimizin labirentlerinde kendimizi oyalayacak bir meşgale bulmak için arandığımız…
Ancak yine de dönüp dolaşıp, hep aynı noktaya takılıp kaldığımız…
Hoyrat gelişlerin, hoyrat duruşların, hoyrat bakışların ve hoyrat sözlerin etkisi altında tüketiyoruz ömrümüzü... Düşünebilenler ise; bu hoyratlıkların ruhlarında bıraktığı acı, sızı, ve daralmanın tesiriyle dönüp dönüp duruyorlar. Durduramadıkları ya da önüne geçemedikleri bu gidiş karşısında, bir şey yapamamanın ıstırabıyla, bazen sönükleşip, bazen de bir volkan misâli parlayıp duran bir iç görünümüne, bir gel-gitler manzarasına sahipler onlar.
Güleç yüzlerin birer bomba etkisi yaptığı kalbimde, bin bir ayrı düşüncenin, bin bir ayrı duygunun, bin bir ayrı bakışın, bin bir ayrı duruşun, bin bir ayrı hayatın iç içe geçmesinin bıraktığı izleri târiften âcze düştüğüm ve bütün çıplaklığıyla üstüme üstüme gelen bu gerçeğin altında ezildiğim anlar çok oluyor.
En çok da cevapsız sorular ve kendi kendime soramadıklarım, sormaya cesaret edemediklerim bir akrep gibi kemiriyor beynimi... "Beynini akrep ısıranların" çektiklerini tam olarak kavramaya, anlayışım ve bilgim yetmese bile, tahmin edebiliyorum bu ısırığın onları "sürekli bir azap içre " nasıl yakıp yandırdığını...
Çilenin, beyindeki birçok mekanizmayı harekete geçirdiğini ve insanlığın dramında, mutluluktan çok, hüznün yarattığı büyük gücün yattığını bir kere daha görmem, bu tür insanların niçin hep hüzünden neşet ettiğini anlamamı sağlıyor.
Gamlı gönüllerden sızanların; büyük dönüşümlerin, büyük değişimlerin, büyük etkileşimlerin habercisi olduğu noktasına bir kere daha dönüyorum. Kayıtsızların, umursamazların, kendi düşüncesinden, kendi bakış açısından, kendi gibi yaşamayandan başka hiç bir hayata, hiç bir farklılığa göz ucuyla bile bakmayanların, bakamayanların, kimseye hayat hakkı tanımayanların küçük dünyaları karşısında, büyük düşünenlerin büyük mü büyük dünyaları geliyor gözlerimin önüne...
Salıyorum aklımı sevdanın yeline ve onların kocaman sevdalarını, dünyayı çevreleyecek hayallerini düşünüyorum. Aklıma şairin mısraları geliyor:
"Hayatı sürdürecek sevdalardır çünkü
Ve onlar
Yalnız
Sevdalardan korkarlar "
O sevdalar ki, için de, o büyük insanların kendileri yok. Kendilerinin çektikleri, kendileri için ağlayışları, kendileri için hissedişleri, kendileri için bir şey elde etme kaygısı, kendileri için birinden bir şey istemeleri yok. Birer keder yumağı olan kalpleri, hep başkalarının incinmiş gönüllerini tamir için çabalamalarını, başkalarının kederlerine çare bulmalarını öğütler onlara. Tıpkı bir başkasının dediği gibi; "Kederlerim hayatımın manasını oluşturdu hep, neşemi bile kederime borçluyum aslında, o sahipsiz, nedensiz, daha doğarken o esmer tenime bir dövme gibi işlenmiş kederime..."
Keder yumağı kalplerinde; başkalarının çektikleri çileler, başkalarının düştükleri olumsuz durumlar, kötü kaderler, onların ağlayışları, sızlayışları, üzülüşleri, hayat karşısında birer yaprak misâli oradan oraya savruluşları ve kısaca insanlığın bir bütün olarak çektikleri yer etmiştir hep. İsyanları da bunun içindir, itaatleri de, bir şeyleri savunmaları da... Kavgaları da bunun içindir, baş eğmeleri de... Ve hüznü bir gölge gibi yanlarında taşımaları da hep bundandır.
Onlar ki, kanaati katık edip ekmeklerine, yaşadıklarının şükrünü edâ ederler daima... Hiç bir şeyden memnun olmamak derdine dûçar olan, hiç bir verilenden memnun olmayan bizlerin nankörlüğü yanında, geçmişte yaşamış ve bugün de yaşayan bu kişilerin davranışları hiç birimizi utandırmıyor.
Ne sahip olduğumuz huzur tatmin ediyor bizleri, ne de sükûn... Ne servetten tatmin oluyoruz, ne devletten... Tatminsizliğimizin boyutlarını öyle üç beş cümleyle ifade etmemiz mümkün değil...
Aslında, isteklerimiz ve arzularımız konusunda ciddi şüphelerimiz olduğu bir gerçek. Nerdeyse an be an değişikliğe uğruyor bunlar. Ne yapmak istediğini, neye karar verdiğini bilen, isteklerinin sınırlarını, kanaat ve şükür çerçevesinde çizebilme başarısını gösteren insan sayısı o kadar azaldı ki...
Gamlı gönüllerin mesajları bunun için evrensel, bunun için kayda değer, bunun için önemli ve değerli... Bu yüzden bütün insanlık minnet ve şükran borçlu onlara...
Ne var ki bugün; mesafeleri dur durak bilmeden anlamsızca katediyoruz yine de...
“Bizler ya da başkaları, bu evrensel mesajlardan hangi oranda pay çıkarabiliyoruz?” sorusuna verebileceğimiz cevap pek tatmin edici değil. Ayrıca, Baudelaire'ın aşağıdaki mısralarda sözünü ettiği durumu ayıracak bilgi ve anlayışın da önemi kalmamış belki de bizim için:
"Derdim, yeter, sakin ol, dinlen biraz artık,
Akşam olsa diyordun, işte oldu akşam,
Siyah örtülere sardı şehri karanlık,
Kimine huzur iner gökten, kimine gam."