Türk dış politikasının son 60 yılına bakıldığı zaman, Kıbrıs sorununun birincil ve öncelikli konu olduğu görülmektedir. Bu sorun belirli dönemlerde saman alevi gibi parlamış, sonrasında ise içten içe yanmayı sürdürmüştür.
Kıbrıs’ta yaşananları özetlemek gerekirse kısaca, şövenizmin ve fanatizmin esiri olarak saldırganlaşanların, insan olan herkesin kabul edemeyeceği ve birlikte yaşayanların birbirlerini öldürdükleri toplu mezarlara gömüldüğü talihsiz bir adadır Kıbrıs…
Bu güne değin, Rumların adada yaptıkları vahşetin boyutları çağdaşım diyenlerin ilgisini çekemediğini de kabul etmek durumundayız. Nedenleri bile sorgulanamadı.
Buna karşın adada yaşananlar, dünya kamuoyuna Türk – Rum sorunu olarak sunulmuştur. Öylede kabul görmüştür. Kıbrıs adası Doğu Akdeniz’de yüzer bir gemi konumundadır. Bu nedenle, bölgeye egemen olmak isteyen tüm ülkelerin ve güçlerin iştahını kabartmaktadır. Bu ülkelerin emperyal amaçla yürüttükleri çabalar ise sürekli olarak görmezden gelinmiştir. Halen de görülmeye devam edilmektedir.
Türk – Rum veya Yunan kavgası olarak sunulan sorunun temelinde, adanın İngilizlere kiralandığı 04 Haziran 1878 tarihi yatmaktadır. Bu tarihten sonra adada çoğunlukta olan Türkler, izlenen bilinçli politikalarla azınlık durumuna düşürülmüşlerdir.
Bu nedenden olacak, Kıbrıs Türkleri 130 yıldır kimliklerini ve varlıklarını kaybetmemek için mücadelelerini sürdürmektedirler.
1940’lı yılların sonlarında Rumlar, Ortodoks Kilisesinin önderliğinde Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama girişimlerini başlattılar. Diplomatik çabalarla sonuç alınamadığı noktada ise teröre başvurdular.
EOKA terör örgütü ile İngilizleri adadan atarak, Türkleri de soykırımdan geçirmeye başladılar.
Kıbrıs Türkleri de uygulanan soykırıma seyirci kalmadılar. EOKA’ya karşı örgütlendiler. Olayların çığırından çıkması ile İngiltere adayı terk etme hazırlıklarına hız verdi.
Yapılan görüşmelerden sonra imzalanan anlaşmalarla Kıbrıs Cumhuriyet’i de kurulmuş oldu. Anlaşmanın olduğu günlerde de Kıbrıs Türklerin sayıları bu günkü gibi bir oranda idi. Buna karşın her iki ulusun uzantıları olan Türklerle Rumların birbirlerine karşı üstünlükleri söz konusu değildi. Her iki toplum, yönetim kademelerinde eşit ve egemendi.
Bu eşitliğin temelinde ise toprak konusu yatmaktadır. Ada topraklarının büyük bölümü Türk Vakıflarına aittir. Kişilere ait topraklarında dikkate alınması ile Türklerin az da olsa üstünlükleri bulunuyordu.
Rumların kafasında Dr. Fazıl KÜÇÜK’ ün söylemi ile ENOSİS çivisi çakılı olduğundan 1963 Aralık ayında yeniden saldırıya geçtiler.
Dünyada eşi ve benzeri olmayan bir olay adada yaşanıyordu. Devletin ortağı olan Türkler, diğer ortak Rumlar tarafından hükümetten atıldılar. Bununla yetinmedikleri için Türklere soykırım uygulamaya başladılar.
04 Mart 1964 gününde, adaya BM Barış Gücü’nün gönderilmesi kabul edildi. BM Güvenlik Konseyi’nin 161 sayılı kararına göre Barış Gücü adada bozulan düzeni yeniden kurmakla görevlendirildi. Rumların tutum ve yaklaşımları nedeniyle bu güne dek sorunu çözmek olanaklı olamadı.
Adada çözüme ilişkin süreçlerde değişik plan ve önerilerle sorun çözülmeye çalışıldı. BM adına görev yapan Özel Temsilcilerin çabalarından da bir sonuç alınamadı.
Özel Temsilcilerden görevlerini tamamlayıp ülkelerine döndükleri zaman anılarını yazanların olduğu biliniyor. Birbirlerinden farklı uluslardan gelen bu temsilciler, ortak bir noktada uzlaşıyorlardı. Buluştukları ortak noktanın Rum uzlaşmazlığı olduğunu da belirtmek durumundayız.
Rumların uzlaşmazlığı yalnızca Özel Temsilcilerle sınırlı kalmadı. Genel sekreterlik yapanlarda bu kervana katılarak gerçekleri vurguladılar. Tüm bunlara karşın yinede Türkler uzlaşmaz taraf olarak görülerek kabul edildi.
20 Temmuz 1974 ve 14 Ağustos 1974 günlerinde gerçekleştirilen Barış Harekatları sonrasında, BM öncülüğünde başlatılan çözüme ilişkin görüşmelerden bilinen Rum yaklaşımları nedeniyle bir türlü sonuç alınamadı.
Bu güne dek yedi kez denenmiş olan görüşmelerden sekizinci görüşme maratonundan sonuç alınmaya çalışılıyor. Rumların tutum ve yaklaşımlarını değiştirmedikleri takdirde sonsuza dek sonuç alınamayacağının da bilinmesi gerekiyor.
2007 yılı Aralık ayında, Rum Ulusal Konseyi izleyecekleri politika konusunda karar vermek için toplantı yaptı. Bu toplantıda alınan kararla Tasos Papadopulos’un uzlaşmazlığı kabul edilerek yerine ılımlı bir ismin çıkarılması kararlaştırıldı.
Alınan bu karara konseyin üyesi olan tüm siyasi partilerin uymakla yükümlü olduğunu vurgulamak durumundayız. Bay Dimitris Hristofyas’ın ortalık yere çıkmasında bu kararın etkili olduğunun kabul edilmesi gerekiyor.
Bay Dimitris Hristofyas’ın partisinin, 1947 ve 1967 yıllarında genel kurullarında alınmış olan ENOSİS kararları olduğunu da anımsatmak durumundayız.
Geçmişteki birliktelikleri yadsınamayan Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde hükümetin büyük ortağı olmasının çözüme giden yolu açacağı beklentisi üst düzeye taşındı.
Yoldaşların yıllardır çözülemeyen Kıbrıs sorununu çözebilecekleri vurgulanmaya başlandı. Dış baskılarla her iki lider bir araya getirildi. Türkiye’de de ‘sorunu biz çözeriz’ diyen bir iktidarın olması umutların da artmasına neden oldu.
Bu oluşumların ortaya çıkması ile bu güne dek izlenen ulusal politikalarda da kırılmaların başladığının kabul edilmesi gerekiyor.
Son olarak 20 Temmuz’da dile getirilen, “iki halkın olduğu, siyasi eşitliğin olduğu, iki kurucu devletin olduğu, adil, kapsamlı kalıcı bir Kıbrıs” olduğunun vurgusu Sn. Mehmet Ali Talat ve Sn. Recep Tayip Erdoğan tarafından yapıldı.
İzlenen politikaların dikkate alındığı noktada, bu söylemlerin fazladan bir değerinin olmadığı ortalık yere çıkmaktadır. Çünkü eylem ve söylem arasında okyanusların olduğunun unutulmaması gerekiyor.
Burada siyasi eşitlikten söz ediliyor olmasına karşın, egemenlikten söz edilmemesi bir hayli düşündürücüdür. Kıbrıs Cumhuriyeti’nde var olan egemenliğe rıza göstermeyenlerle birlikte, siyaseten eşit olmanın bir anlamının da olamayacağını söylemek durumundayız.
İki ulusun uzantılarının yaşamakta olduğu adada, siyasi eşitliğin uygulanması olanaklı olmasa gerek. Siyasi eşitliğin bir birlerine yakın etnik yapıda olan insanların bulunduğu ülkelerde olanaklı olabilir. Adada birlikte yaşamaktan öte birliktelikleri olmayanlara, siyasi eşitliğin uygulanması kadar anlamsız bir yaklaşım olamaz.
Kıbrıs’taki çözüm arayışları sırasında Belçika’daki model, örnek olarak sunuluyordu. Özellikle son dönemde, Flamanlarla Valonlar arasında yaşananlar beklenen umudun da ortalık yerden kalkmasına neden oldu.
Belçika’da iki ana etnik grup arasında yaşanan tutum ve yaklaşımlar sonrasında ülkenin bölünmesi konuşulur olmaktadır. Bir süre sonra bu ülkenin üçe bölündüğü gerçeği ile yüzleşebiliriz. Belçika diye bilinen devlet de tarihteki yerini almış olabilir.
Bir ülkenin koşullarının o ülkeye özgü olduğu unutularak, bir başka ülkeye model olarak sunulması kadar yanlış ve anlamsız bir uygulama olamaz.
(DEVAM EDECEK)