ford ercihan otomotiv
Ana Sayfa Guncel Asayiş Siyaset Ekonomi Eğitim Kültür-Sanat Sağlık-Yaşam Spor Araştırma İnceleme Bölgeden Türkiye Teknoloji Seçime Doğru
Erzurumspor ligde gündem oluşturmayı sürdürdü
Erzurumspor ligde gündem oluşturmayı sürdürdü
Çorum FK yöneticisi PFDK’ya sevkedildi
Çorum FK yöneticisi PFDK’ya sevkedildi
Ekonomi güven endeksi açıklandı
Ekonomi güven endeksi açıklandı
Önümüzdeki haftada yağış geliyor
Önümüzdeki haftada yağış geliyor
Gazze’de can kaybı 34 bin 488’e yükseldi
Gazze’de can kaybı 34 bin 488’e yükseldi
HABERLER>ARAŞTIRMA İNCELEME
29 Nisan 2011 Cuma - 01:58

Sırça Görünümlü Muhkem Saraylar..

“Allahım! Fakir bir kul olarak benim seni sevmemde şaşılacak bir şey yok. Şaşılacak şu ki: Sen güçlü bir Sultan’ken beni seviyorsun!

Sırça Görünümlü Muhkem Saraylar..

“Allahım! Fakir bir kul olarak benim seni sevmemde şaşılacak bir şey yok. Şaşılacak şu ki: Sen güçlü bir Sultan’ken beni seviyorsun! Allahım! Fırtına, önüne kattığı karları nasıl derelere yığarsa sen de söz ve davranışlarıyla bana kötülük yapana nimetlerini öyle yığ!
 Allah’ım! Şimdi korku içinde olduğum hâlde seninle olmaktan bu kadar mutluyum! Bana emniyet bahşettiğin zaman acaba mutluluğum nasıl olacak?
Allahım! Seni bana anlat, ben seni ancak seninle anlayabilirim.
Allah’ım! Bana ilahi tarikattan yana iğne ucu kadar olsa dahi bir yol aç!
                                                                                                                                             Beyazıt-ı Bistami”
Bir dağ başında bir meczup yaşarmış, adamakıllı aklını kaptırmışın biri… Gökyüzüne bakıp dertli bir gönülle diyormuş ki:
-Rabbim!... Sen sevgiden anlamıyorsun. Ama ben seni daima sevmekteyim. Senin benim gibi sayısız sevgilin var; ama benim senden başka sevgilim yok!.. O hâlde ey kâinatı yaratan, aydınlatan, döndüren sevgili! Nasıl diyeyim sana, n’olursun, azıcık olsun şu sevgiyi benden öğrensen!..
Allahım! Görmeden âşık olmak, temelsiz bina gibi görünmekte. Yıllardır inşaat hâlinde gönlüm. En muhkem kaleler yıkıldı; kök salan çınarlar söküldü, harabelere döndü. Ta ki senin görünmeyen yüzünü görene dek. Gönlümün evlerinde gezerken, en mahir ellerden çıkmış sırçadan bir sarayda buldum seni… Kim Allah’ın güzelliğine vurulup da ona tapınıyorsa, aşkı mübarek olsun…
Din büyüklerinden Beyazıt- ı Bistami Hazretleri, bir Cuma sabahı hamamdan çıkar ve camiye doğru yol alırken yandaki evin ikinci katından aşağıya doğru kül mangalını boşaltan bir kadın, büyük âlimin başından aşağıya bir güzel döküp toz duman içerisinde bırakır.
Olduğu yerde mıhlanırcasına durup kendi iç âlemine dalan Bistami Hazretleri, o anda başka günah ve kusurlarını hatırlar, bu kadının haklı olduğunu; ancak böyle bir cezaya kendisi müstahak olduğunu mülâhaza eder, kaderin o günah ve kusurlarından dolayı bu cezayı verdiğini kabul ederek ellerini kaldırıp şöyle dua eder:
-Ey Âdil-i Mutlak olan Allah’ım!
Bu günahkâr kulun aslında kızgın ateşlere lâyık olduğu hâlde, sen onun üzerine sadece yakma kudreti olmayan sönmüş külleri döktürmekle iktifa ettin. Sana ne kadar şükretsem azdır.
Âdem kalbini Kabil’in kalbine yasladı.
                -Ey oğul, dedi senin kalbin nerede atıyor?
                -Benim, dedi Kabil, kalbim atmıyor.
Böyle bir gece nasıl bir sabaha gebeydi ki, kalbi olan kalbinin varlığını reddetti.
Kabil gizlemedi, örtmedi üzerini içinden geçen şeyin. Sözü uzatmadı. Ateş tomarları gibi döküldü kelimeler ağzından, yanmadı ağzı, tutuşmadı dili:
-Bu dünya ikimize dar dedi, Habil’e, başka türlü sönmeyecek bu ateş, bu su durulmayacak. Senin varlığından kaynaklanan dayanılmaz acım, ancak senin yokluğunda sağalır.
Sırtının kınası seçilemeyen kara kuzu geldi Habil’in ayaklarına süründü. Habil’in içinden bir ürpertidir geçti.
-Ey benim Kâbe’yi görmüş kardeşim!   
Bakışları yerde birkaç cümleyi daha bulup bir yerlerden çıkardı:
-Kardeşim, dedi, buradan başlarsak, bu gözlerle bakarsak, bu kelimelere sığdırırsak çözülmez bu düğüm. Halis niyetime itibar et. Ben sana bilerek bir kötülük etmedim. Bilmeden bir kötülük ettimse de insan oluşuma hamlet.
Bir adım attı Kabil’e doğru. Elini uzattı: ‘Al’ dedi, ‘bu benim elim’; suyunu uzattı. ‘Bu da suyum. Sen yıka benim ellerimi. Uzat ben de yıkayayım senin ellerini. At suya içindeki ateşi. Ben sana kardeşim demiştim, dünya yerinden oynasa, gökler yarılsa, kızılca kıyamet kopsa hep kardeşin kalırım zannetmiştim.
Ben sana elimi kaldırmam.
Zalim olmaktansa mazlum olmak yeğdir bana…’
Sesi çok uzaklarda akan derin nehirlerin sesi, ya da gecenin arka arkaya gelen en kapalı vakitlerinin sesi…
Dirençsiz değil, direnmesizdi. Direnmesizlik hâli: teslimiyetin belirtisi…  
Habil, Kabil’de daha fazla vakit kaybetmedi, dünya kelamı tüketmedi. Nefesini hafifletti. Makamını değiştirdi. Gözlerini titreşen sedir yapraklarına, hüzünlenen bulutlara, tüllenen göklere çevirdi. Yedi kat semanın arkasını görmek istedi. Dedi ki:
Ey âlemlerin Rabbi!
Düne, bugüne, yarına, parçalanmayan zamana hâkim olan!
Zamanı daraltılmış olmayan Ey!
Ey zamanın sahibi!
Güzelliğin, öfkenin, adaletin, ihtişamın, cebrin ve hiddetin Rabbi!
İsimlerin sonsuz, her bir isminden kendime kurduğum bağla, Habil’in de Rabbi.
Yetmedi.
Onun güzel isimlerini aynı anda anmak, bir yönüne değil her yanına sığınmak istedi. Cennetten gelme o isimle ağız dolusu Allah’ım, dedi.
Allah demeye alışkın dağlar bir kez de Habil’le ‘Allah!’, dedi.
Nehirlerden balıklar başlarını uzattı, dallardan kuşlar sarktı onun duasına eşlik etmek için. Habil duasını etti. Yaralı bir kalbin ateşinde canlı cansız, dolu boş ne varsa, duasını Habil’in ağzından tekrar etti:
‘Taşınmaz yük ne demekmiş anladım. Yükün taşınamaması, kulun Allah ile arasındaki bağın bozulması. Sen ki benim gönlüme Senden bir bağ bıraktın. Her şeye razıyım; ama seninle aramdaki bağı bozma. Bana kaderimi sorgulatma. Neden, diye sordurma.
 Ey Galipler Galibi!
Senden, Senin takdirinden başka bir şey istemeyeceğim.
Ama
Aramıza kimseyi sokma…
Bir âlimin ders halkasının müdavimlerinden biri halkayı terk etmişti. Haftalar, aylar geçip adam ortalarda gözükmeyince âlim kişi onu ziyarete karar verdi. Mevsim kıştı; adam, evde yalnızdı ve evin salonundaki büyük ocakta gürül gürül odun yanıyordu. Âlimin kendisini niye ziyaret ettiğini tahmin eden adam üşümüş âlimi ocağın başına davet etti, kendisi de bir şeyler ikram etmek için mutfağa yöneldi. Ocağın yanı başına oturan âlim gelen ikramı kabul etti; fakat adama hiç bir şey demedi. Sanki adam evde yokmuş, kendi evinde tek başına oturuyormuş gibiydi. Bütün dikkatini ocağa vermiş gözüküyordu. Âlim birkaç dakika sonra maşayı eline aldı, iyice köz hâline gelmiş odunlardan birini ocağın kenarına koydu sonra minderine oturdu. Hâlâ bir şey söylemiyordu. Kenara konmuş közün alevi yavaş yavaş azaldı, sonra söndü. Odada çıt çıkmıyordu. İlk baştaki selâmlama hariç tek kelime konuşulmuş değildi. Âlim gitmeye hazırlanırken sönmüş közü aldı ve yeniden ateşin ortasına koydu. Köz ateşle ve yanan odunların ısısıyla çabucak parladı; ayrılmak için kapıya yöneldiğinde ev sahibi: ‘Sebeb-i ziyaretinizi anlıyorum.’ dedi ‘Anlıyorum, bundan sonra sohbetlerinizi hiç aksatmayacağım.’
Evet, bu da anlatımın bir başka boyutu… Hani dil susar, dil (gönül) haykırır ya. Bazen kelimeler sığ kalır.
İşte bir başkası…
Vaktiyle gül kokulu meclislere âşina bir derviş… Sarmış bir sevda, yakmış odunda. Bir hakikat aşkıymış ki, gönlü kilitlenmiş ondan gayrisine, ne gönlüne sığmış, ne de dervişi memleketine sığdırmış. Hakikat bu… Katresini yakalayabilene canlar kurban. Önce sultanları kul eder, sonra kulları sultan … Âşıklara ne cehennemde azap çekme korkusu kalır ne de cennetle ödüllendirilme duygusu rehberlik eder.
Ah mine’l aşk! Aşktan önce ve aşktan sonra… Aşk yeryüzündeki en eski, en dirençli gelenektir. Âşık dışlanır; ama dışlayamaz. Âşık incinir; ama karıncayı bile incitemez. Âşık olunca anlarsın: Yüreğin kadife bir keseye dönüşür; içinde sırma bir yumak, sen bu yufka gönülle kimselere kıyamazsın. Aşkta yok olunca, zahiri tarifler buhar olur uçar. O noktadan itibaren ‘ben’ diye bir şey kalmaz. Tüm benliğin olur koca bir sıfır. Orada ne şeriat kalır, ne tarikat, ne marifet… Sadece ve sadece hakikat. Bilenler bilir, eskiden ilim neredeyse, orası menzil olurmuş. Adam düşmüş yollara. Ruhu, beden gurbetinde mahpus olan insan, bir de bedeniyle gurbete giderse siz düşünün hâlini! Ne hâlden anlayan bir dost, ne kapısını çalabileceği bir yârân, ne aynı dilden konuşabildiği bir yoldaş… Böyle zamanlarda daha bir özlenir arkada bırakılanlar, daha bir iç yakar muhabbetin iştiyakı… Derviş bir gece vakti yalnızlığın ne menem birşey olduğunu iliklerine kadar duyarak yürürken, yanından geçmekte olduğu dergâhtan gelen bir kokuyla ve aradığı muhabbet, neşe ve tanıdık hisle sendelemiş. Varmış bu dergâhın kapısına. Kendini arayan ne çoklarını görmüş orada. Biraz sonra kapı açılmış yüzde hüzün, gözde mahcubiyet, dudaklarda sükût sonuna dek su dolu bir kâse uzatılmış kendisine. Derviş boyun bükmüş hâl ile anlatılana. Heybesinden bir gül yaprağı çıkarmış, zarafetle bırakmış suyun üzerine. Ne su taşmış, ne de ağırlaşmış kâse gül yaprağıyla. Kâsenin oracığa bırakılmasıyla birbirlerine sarılmış iki ebed dostu. Ve kapılar ardına dek açılmış. Hâl vardır, dil kâfi gelmez ya, işte böylesi. Bu başka bir lisân galiba, sadece ehlinin bildiği. Anlayana…
Sözsüz konuşabilmek güzel şey olsa gerektir. Susmak ve anlamak, susarak anlatmak güzel şey… Mevlana ‘Allah’ı tanıyan susar,’ demiyor mu zaten? Bu meselenin özünü idrak etmek bize uzak belki. Ama daima susup, bakışlarıyla insanın hâlini değiştiren bir güzeli tanıyanlar anlayacaktır ne demek istediğimizi. Kitaplarda nice içinden çıkılmaz meseleler vardır ki, sözün anlatamayacağını fark edince bir mısra yazarlar: ‘Tatmayan bilmez.’ Tatmayan nasıl bilsin ki? Tadanlar da konuşmaz nedense. ‘Âşık susarsa, ârif konuşursa helâk olur.’ denmesi bundan olsa gerektir.
Susmak zor iş belli ki. Âlemlerin efendisi: ‘Susan kurtulur.’ buyurmuşlar. Haydi dilinizi susturmayı başardınız diyelim, ya gönlünüzün susması… Bir de gönül var, marifet onu susturmakta.
Peki o nasıl olacak? Kalbe sizin iradeniz dışında bir tek hissin gelmemesi… ‘Tatmayan bilmez.’
Bu dünya geçicidir. Gerçek yaşam perdenin öteki tarafındadır. Perde dediysem öyle kalın bir şey değil; bir soğan zarından daha ince, bir kelebek kanadından daha hafif, bir örümcek ağından daha zayıf, şeffaf bir duvar. Ama gözleri dünyanın geçici renkleriyle kör olanlar ne o sır perdesini, ne de arkasındaki mutlak hakikati görebilirler.
İki âlem vardır: İlki varlık âlemi, ikincisi mânâ âlemi. Varlık âlemi gündüz gibidir, olan biteni açıkça görürsün, kendini kolayca ele verir. Mânâ âlemi ise gece gibidir, onu bulmak için mutlaka gönül ışığını yakman gerekir.
Varlık ile mânâ; akıl ile aşk ikilisinde de böyledir. Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. ‘Aman sakın kendini’ diye tembihler. Hâlbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği: ‘Bırak kendini ko gitsin!’
Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Hâlbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir gönülde vardır.
Şems:
- ‘Ey göğü ve yeri yaratan, ey olmazı olur kılan… Kendi gizli sevgililerinden birinin adını bana söyler misin?’
Nereden geldiği bilinmeyen güçlü bir ses:
- ‘İstediğin can, herkesin gözünden saklı, güzel ve mağfirete nail olmuş, Belhli Sultanu’l- Ulemâ Baha Veled’in oğlu Muhammed Celaleddin’dir.
Şemseddin-i Perende ısrarla sürdürdü isteğini:
- ‘Ey umutların umudu, ey varlığımızın kutsal ışığı. O sevgilinin mübarek yüzünü, Muhammed Celaleddin’in suretini bana gösterir misin?’
Uğultu yeniden çalkaladı bahçeyi ve ses yeniden duyuldu:
- ‘Buna teşekkür borcu olarak ne verirsin?’
Hiç tereddüt etmedi adam, eliyle gırtlağını göstererek cevapladı soruyu:
- ‘BAŞIMI!’
Mânâ budur işte. Aşk budur. Aşkın tek bedeli vardır: o da candır. Ölümle kutsanmayan aşk, aşk değildir.
Şems ödemiştir aşkının bedelini. Hakikat aşkı yolunda kendine bir yoldaş istemiş ve ödemiştir bedelini.
Aşkın tehlikeli yolunda kendine yoldaş olarak ölümü seçen Şems’e gıpta mı etmelidir, acımalı mıdır bilemiyoruz. Aşk kervanının yolunda yol şaşar yahut iz kaybolursa, akıbet, hicran ve hasret çöllerinde dönüp durmaktan gayrı nedir ki? 
İpek de tıpkı aşk gibi. Hem bunca hassas ve nazenin, hem sanıldığından daha kuvvetli ve dayanıklı; hatta âteşin. İpek böceği kozadan çıkarken alın teriyle ördüğü ipeği yırtıp parçalar. Bu yüzden çiftçiler ya ipeği seçerler, ya ipekböceğini. İkisini birden koruyamazlar. Çoğu zaman ipeği kurtarmak için ipekböceğinin canını alırlar. Bir tek ipek mendil için bilir misin yüz ipekböceği can verir.
Şems kendi payına ipekböceğini alır ve kendine benzetir. Ona göre Rumi ipektir, ilmik ilmik örülecektir. Vakit tamam olunca ipeğin bekası için ipekböceğinin ölmesi gerekir. Ve aşkın tarihi kanla yazılır
Her şeyin bir bedeli vardır. ‘Benim dinim aşktır diyor.’ Mevlana.
Kapatın gözlerinizi. Şöyle dizlerinizin üzerine oturun. Ellerinizi göğsünüzün altında birbirine bağlayın. Gözleri açmak yok ama. Boşverin nedenini-niçinini. Başınız sol omzunuzun üstünden kalbinize doğru bükülsün haydi. Şimdi düşünün bir Allah dostunun huzurundasınız. O asla tarif edemeyeceğiniz kokuyu duyuyor musunuz?
Aşkıyla, muhabbetiyle yandığınızın önündesiniz. O sizin gönül sızınız, eskimeyen çileniz, düşünceniz… İçeride sizden başka yedi-sekiz kişi daha var. Bakışlarınız öne düşmüş. Sanki bir siz varsınız, bir de o. Başınızı kaldırıp etrafa bakmaya çekiniyorsunuz. Sessizlik müthiş. Siz hiç konuşmuyorsunuz; fakat kalbiniz hiç susmuyor. Bir yandan şükrediyorsunuz, bir yandan lâyık olamayışın mahcubiyetiyle kızarıyor yüzünüz. Bu bir lütuf…
Allah dostu girişte hemen sağda oturmuş. Bir ara başınızı kaldırıp bakıyorsunuz. Şimdi sesini duyuyorsunuz, aman Allah’ım… Sözler hacim kazanıyor dudaklarında. Bu kelimeler o anda yaratıldı sanki. Hafifçe tebessüm ediyor. Bakışlarınızı kaçırıp sehpanın arkasına biraz daha saklanıyorsunuz şimdi. Daha önce tebessüm eden birini hiç görmemiş olduğunuzu düşünüyorsunuz.
O ellerini birbirine kenetliyor. Odaya ondan yayılan, dalga: tevazu… Edebin, tevazunun tarifi ondan önce nasıl yapılıyordu acaba, diye soruyor içinizde bir ses. Orada olmanın hazzına bırakıyorsunuz kendinizi. O anlatmaya devam ediyor, niyetten bahsediyor. Sizin kalbiniz susmuyor. Mahşeri düşünüyorsunuz. Ağlamaklı oluyorsunuz birden, kalbinizi bildiğini biliyorsunuz. Ses devam ediyor içinizden bağırmaya: Mahşerde nasıl tanıyacak bizi?
Ani bir sessizlik… O birden susuyor. Siz kalbinizi söküp atmak istiyorsunuz. Sessizlik müthiş. Yeniden tane tane anlatmaya başlıyor:
‘-Bir adam vardı. Garip, kimsesiz bir adam. Bağ- bahçe işleriyle uğraşır, sebze- meyve yetiştirirdi. Şehir pazarı oldu mu mahsulünü devesine yükler, satmaya götürürdü. Nehrin üstündeki köprüden geçer, pazara gelirdi. Akşama kadar satabildiğini satar, satamadığını devesine yükler evine dönerdi. Bir gün adamın devesi yavruladı. Artık pazara giderken yavru deveyi de yanlarına alıyorlardı. Köprüden geçerken yavru deve nehre yuvarlanıp öldü. Annesi orada feryat edip inlemeye başladı. Ne zaman o köprüden geçseler deve orada durur, feryat ederdi. Adam devesinin hâline üzülür, bu kadar figân ediyor, ciğerleri hasretten yandı, delindi derdi. Bir gün deve ortadan kayboldu. Köylü yükünü omzuna alıyor, pazara böyle gidip geliyordu. Bir zaman sonra devesini bir başka adamın yanında görünce sevindi. Bu deve benimdir, dedi. Ama adam oralı olmuyor, devenin sahibi benim, diyordu. Münakaşa ettiler, anlaşamadılar. Mahkemelik oldular. Kadı efendi devenin gerçek sahibini anlamaya çalışıyordu. Köylü dedi ki: Benim devemin bir yavrusu vardı, köprüden düşüp öldü. Yavrusunun ardından öyle feryat ederdi ki, ben ciğeri delinmiştir derdim. Deveyi keselim, eğer ciğeri delikse bu adam bana bir deve alsın, değilse ben ona bir deve alırım. Kadı efendi diğer adama baktı. Adam olur deyip kabul etti. Deveyi kestiler, baktılar ki ciğeri deliktir. Devenin sahibinin kim olduğunu anladılar.’
O, sözünü bitirirken, siz kan ter içinde kalıyorsunuz, kaçmak kaybolmak, yok olmak istiyorsunuz. Ellerinizi ciğerleriniz üzerinde kavuşturmuşsunuz. O size hiç bakmıyor. Kalbinizden utanıyorsunuz. Boğazınıza bir hıçkırık düğümleniyor. Başınızı hiç kaldırmıyorsunuz; ama her şeyi görüyorsunuz sanki.
Başınızı kaldırıp etrafa bakıyorsunuz, kimse kalmıyor odada! Hıçkırarak ağlamaya başlıyorsunuz. Biri sarsıyor sizi. Ezan sesi geliyor uzaklardan. Kan-ter içindesiniz. Bir feryat yükseliyor ta ciğerlerinizden. Biri daha hızla sarsmaya başlıyor sizi. Aç artık gözlerini dediğini duyuyorsunuz. Ezan sesi berraklaşıyor. Yatağınızın üzerindesiniz. Titriyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyorsunuz. Elleriniz göğsünüzde bağlı. Ezan sesi geliyor uzaklardan…
Bundan gayrı söylenecek söz kalmıyor dillere. Âşık gönüller konuşur ancak sessizliğin çığlığında. 
Herkes sağ tarafında bir kalp taşıdığını bilir. Ancak herkes farkında değildir hikmetlere erip hakikate kavuşmak için sır perdesini hafiften aralamanın kâfi olduğu bir gönül taşıdığına. 
Klasiktir, şöyle rivayet edilir; ateş Rabbine sorar:
‘-Faraza ben sana itaat etmeseydim bana nasıl azap ederdin?’
‘Sana senden daha şiddetli bir ateşi üzerine salardım’
‘-Ya Rabbi, benden daha şiddetli hangi ateştir?’
‘O bana âşık kullarımın gönlündeki aşk ateşidir.’
Âşıkların ateşi…
‘Mürekkebdir vücudu ta ezel yek-pâre sûzişten
Anasırdan meğer uşşâka olmuşdur du-çar ateş’
                                                                                              Galip Dede
(Âşıkların bedenleri ta ezel gününden (Kalu Bela’dan) bu yana yekpare (baştan ayağa) bir yanıştan ibarettir. Galiba dört unsur içinden âşıklara yalnız ateş düşmüştür. Ateşten yaratılmışlardır da; toprak, hava veya sudan hiç nasipleri bulunmamaktadır.)
 Galip Dede de işte tam bu ateşten bahseder, Hüsn-ü Aşk’ında da bahsedecektir:
Giydikleri âfitab-ı temmuz
İçtikleri şu’le-i cihânsuz
 
Erzakları bela-yı nâgâh
Ateş yağar üstlerine her gâh
 
Ektikleri dâne-i şerâre
Biçtikleri kalb-i pare pare
 
Sattıkları hep meta-ı cândır
Aldıkları sâziş-i nihândır
 (Giydikleri temmuz güneşi, içtikleri cihanı yakan ateş. Geçimleri ansızın gelen belalardan… Üstlerine aralıksız ateş yağmada. Kıvılcım tanelerini ekerler ve pare pare olmuş kalpler biçerler. Sattıkları, can dedikleri yegâne varlıkları, aldıkları da gizli bir yanış…)
Galip Dede devamında, Aşk’ın yolunu bir ateş denizine düşürür. Aşk’ın yegâne vasıtası mumdan bir gemidir. Bu denizi geçmeden Hüsn’e giden yolu bulamayacak, sahil-i selamete eremeyecektir. Üstelik bu yolculuk bütün âşıkların çekildiği bir imtihandır. Ve hemen hepsi bu imtihanda yenik düşmüşlerdir.
Gûş etmiş idi o sergüzeşti
Ateş yemi üzre mum keşfi
Çıktı yolu üzre şimdi nâgâh
Ol kulzüm-ü ateş-i ciğergâh
(Aşk (bu yolda) ateşten denizlerin mumdan gemilerle geçildiğini duymuştu. İşte o duyduğu ciğer yakan ateş okyanusu, şimdi birdenbire yoluna çıkıvermişti…)
Burada hakiki âşık sayılan Aşk’ın işinin ne derece zor olduğunu sizin muhayyilenize bırakıyorum: Elinde mumdan yontulmuş bir gemi ve nihayet gireceği deniz de alevleri fokur fokur kaynayan bir ateş okyanusu…
‘Finnari velakin layahterik.’
(Ateş içindeler, lâkin bu ateş onları yakmıyor.)
Cehennem ateşinden bir katre düşseydi dünyaya, yeryüzü yanar kavrulurdu. Varın cehennem ateşinden kat be kat güçlü olan hakiki âşığın gönlündeki ateşi siz düşünün.
Ne diyelim, aşk ateşlerinde yanar kavrulursunuz inşaallah
Yoluna cânâ revân etsem gerek cânım dedim
Yüzüme bin hışm ile bakdı dedi cânın mı var .
                                                                                              (Zati)

 
 
Kur’an Eğitimi ve Yaz Kur’an Kursları
YORUMLAR
Toplam 2 yorum var, 2 adet görüntüleniyor. Onay bekleyen yorum yok.

Küfür, hakaret içeren; dil, din, ırk ayrımı yapan; yasalara aykırı ifade ve beyanda bulunan ve tamamı büyük harflerle yazılan yorumlar yayınlanmayacaktır.
Neleri kabul ediyorum: IP adresimin kaydedileceğini, adli makamlarca istenmesi durumunda ip adresimin yetkililerle paylaşılacağını, yazılan yorumların sorumluluğunun tarafıma ait olduğunu, yazımın, yetkililerce, fikrim sorulmaksızın yayından kaldırılabileceğini bu siteye girdiğim andan itibaren kabul etmiş sayılırım.
 
24 Eylül 2011 Cumartesi 06:23

MUHTEREM KARDEŞİM HALUK CANGÖKÇE, BEN YAZILARIMI RIZA-YI BARİ İÇİN YAZIYORUM. BİRİLERİNİN YAZILARIMI MENFAAT GÖZETMEDEN KULLANMASI BENİ SADECE MEMNUN EDER KARDEŞİM. BİZ GÜNAHKÂRLA DEĞİL, BİZATİHİ GÜNAHLA MÜCADELE EDİYORUZ. NEFSİM HİDAYETE MUHTAÇKEN KİME SİTEM EDEBİLİRİM Kİ...

Yorumu oyla      6      4  
Haluk Cangökçe 20 Eylül 2011 Salı 06:15

Sayın A.Daroğlu.. "Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Modern Yayıncılık ve Matbuat Ltd.Şti ERZURUM Gazetesi'ne aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir." Uyarılarınıza rağmen, Yağmur Yürekli Ömer adında birisi, bu güzel yazılarınızdan alıntılar yaparak, FACEBOOK'ta, NOKTA(:)adlı grupta yayınlıyor..(http://facebook.com/yagmuryurekli.omer) Bilgilerinize saygı ile arz olunur..

Yorumu oyla      6      4  
FACEBOOK YORUM
Yorumlarınızı Facebook hesabınız üzerinden yapın hemen onaylansın...
KATEGORİDEKİ DİĞER HABERLER
AB Hibe Programı panelle anlatıldı
Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü tarafından ...
‘Tertip demek, kardeş demek’
Türkiye'nin değişik illerinden Kırıkkale'ye gelen 65/1 tertipler birliktelik ...
Vatandaş tüketti, devlet kazandı
Vatandaş tüketti, Maliye kazandı. 2011 yılının ilk çeyreğinde tüketim ...
 
Yapılandırma süresi yeniden ele alınacak
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer, vergi ve prim borçlarının ...
Erzurum'dan İstanbul'a Gönül Köprüsü
Turkcell ve Milli Eğitim Bakanlığı işbirliğiyle başlatılan Gönül Köprüsü ...
Azerbaycan Türkleri Kurultay yapacak
Türkiye'de yaşanan Azerbaycan Türkleri 23 -24 Nisan tarihleri arasında ...
 
Tek Ebeveynli Aileler Araştırma sonuçları açıklandı
Boşanan ya da eşini kaybeden ebeveynlere vergi indirimi uygulamasının ...
Tarımsal Araştırmada bölgesel işbirliği
Erzurum’da gerçekleştirdiği toprak ve su kaynakları araştırmalarıyla tarım ...
Türkiye'nin insan kaynağı güncelleniyor
Türkiye, insan kaynakları planlaması konusunda somut adım atıyor. İstihdam ...
 
ERZURUM GAZETESİ
YAZARLAR
Mahmut Akdağ
Mahmut Akdağ
Bir başarı Hikayesi: ‘Erzurumspor’
Ali Kemal Koçak
Ali Kemal Koçak
Kibirli Siyaset Aktörleri ve AK Parti'nin Değişim İhtiyacı
Ahmet Göksan
Ahmet Göksan
Ayağın Sürünmesi
İzzet Fehmi Aksakal
İzzet Fehmi Aksakal
"Devlet Adamı” olmanın somut örneği: Vali Mustafa Çiftçi
Ö. Faruk Kayaalp
Ö. Faruk Kayaalp
Alan Var Alamayan Var ve Ayıp Hassasiyeti
Kadir Sabuncuoğlu
Kadir Sabuncuoğlu
‘Muhalif’
ERZURUM
ÇOK OKUNANLAR
ÇOK YORUMLANANLAR
ARŞİV
ANKET
Erzurum’da Belediyelerin Önceliği Ne Olmalı?

a.Kentsel Dönüşüm
b.Kent içi Ulaşım
c.Altyapı
d.Sosyal Belediyecilik
e.Kültür, Turizm ve Sanat
f.Sosyal Katılımcılık
g.Mahalle Kültürüne dönüş


Sonuçları göster Anket arşivi
FACEBOOK'TA ERZURUM GAZETESİ
TWITTER'DA ERZURUM GAZETESİ
Ana Sayfa Guncel Asayiş Siyaset Ekonomi Eğitim Kültür-Sanat Sağlık-Yaşam Spor Araştırma İnceleme Bölgeden
KünyeHakkımızda KünyeKünye İletişimİletişim FacebookFacebook TwitterTwitter Google+Google+ RSSRSS Sitene EkleSitene Ekle Günün HaberleriGünün Haberleri
Maxiva