ford ercihan otomotiv
Ana Sayfa Guncel Asayiş Siyaset Ekonomi Eğitim Kültür-Sanat Sağlık-Yaşam Spor Araştırma İnceleme Bölgeden Türkiye Teknoloji Seçime Doğru
Lokanta ve kafelerde KDV oranında değişiklik 
Lokanta ve kafelerde KDV oranında değişiklik 
Hainlere ait EYP ve çok sayıda mühimmat ele geçirildi
Hainlere ait EYP ve çok sayıda mühimmat ele geçirildi
Erzurum’un şirketleşme performansı düşüşte
Erzurum’un şirketleşme performansı düşüşte
MEB’den Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli
MEB’den Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli
Hainler Avrupa’nın başına bela oldu
Hainler Avrupa’nın başına bela oldu
HABERLER>ARAŞTIRMA İNCELEME
18 Eylül 2009 Cuma - 00:49

Dördüncü Boyuta Şiir Yazan Adam

Çağının, bedeninin ve ruhunun yalnızı… Yıllarca aradı; kâh hakikatin uzağında kâh kıyısında kâh içinde olarak…

Dördüncü Boyuta Şiir Yazan Adam

Necip Fazıl Kısakürek
Semih Çelik
 
 
 
      Çağının, bedeninin ve ruhunun yalnızı… Yıllarca aradı; kâh hakikatin uzağında kâh kıyısında kâh içinde olarak… 1904’te İstanbul’da Çemberlitaş taraflarında dört katlı, ahşap, büyük bir konakta doğduğunda doktorlar yaşamaz demişlerdi. Kafası gövdesinden büyük, bu çilekeş adam; kelimeleri, eşyayı, zamanı, mekânı ve oluşu bilinen yüzleri ile yaşamakla kalmayacak, onların ötesinde, özünde ve üstündeki sırrı ve hakikati de yaşayacak ve dördüncü boyutun şiirini söyleyecekti. Kimdi bu adam?
      Duygu yüksekliğinin zirvesine çıkan, hayal âleminin sınırlarını zorlayan, görünenin ardını araştıran, yaşamayı yazmakla özdeşleştiren, eşyaya ruh veren, eşine az rastlanan üstün sezgi yeteneği, tasavvufi düşüncedeki enginliği ve metafizik derinliğiyle yarını fetheden bu adam; eserleri, fikirleri, şiirleri ve hayatı ile Türk edebiyat tarihine damgasını vuran Necip Fazıl Kısakürek’ti.
      Kelimeler manâlara giydirilen kalıplardır. Bazıları sözü bedene elbise gibi giydirirken, bazıları da cesedin üstündeki deri misali solgun bırakırlar. Necip Fazıl, dili bedene elbise gibi giydirmişti. O, konuşurken ve yazarken manâlar adeta özgürlük çığlıkları atar, düşünceler boşalan bir çağlayan gibi hürriyetine kavuşurdu.
      Kimisi için Necip Fazıl, geleneksel Türk şiirinin söyleyiş imkânlarını modern şiirin biçimleriyle tekrar çoğaltmasını bilmiş, duru Türkçe’nin temsilcisiyken, bazısı için o, birey olma kaygısını tasavvufi arayışının potasında eritebilmeyi başarmış bir zekâdır. Fakat hangi yönden yaklaşılırsa yaklaşılsın Necip Fazıl, Türk edebiyatının temel taşlarındandır. Necip Fazıl’ın sanat ve mücadele serüvenini anmaksızın vücuda getirilecek her Türk edebiyatı tarihi çalışması yarımdır, eksiktir.
      1915 yılında annesinin hastalığı yüzünden ailesiyle birlikte Heybeliada’ya taşınan Necip Fazıl’ın şair olmaya karar vermesi de o yıllarda gerçekleşecektir. Hastane günlerini ve şair olmaya karar verdiği hastane odasını Çile isimli şiir kitabının önsözünde şöyle anlatır:
      “Şairliğim on iki yaşımda başladı.
      Bahanesi tuhaftır:
      Annem hastanedeydi. Ziyaretine gitmiştim... Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter... Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde... Haberi veren annem, bir ân gözlerimin içini tarayıp:
      - Senin dedi; şair olmanı ne kadar isterdim!
      Annemin bu dileği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin ta kendisi... Gözlerim, hastane odasının penceresinde, savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim:
      - Şair olacağım!
      Ve oldum.
      O gün, bugün, şairliği küçük ve âdi hasisliklerin üstünde gören, onu idrâkin en ileri merhalesi sayan ben, bu küçük ve âdi bahaneyi hiç unutmadım.” (Necip Fazıl Kısakürek, Çile, “Takdim, Şiirlerim ve Şairliğim”, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, Mart 2004, s. 9-10.)
      İmzası, yaşından fazla kitabın kapağını süsleyecek, henüz yirmi dört yaşındayken “Kaldırımlar Şairi” olarak şöhretin zirvesine çıkacak, 26 Mayıs 1980’de Türk Edebiyat Vakfı tarafından Sultanü’ş Şuara yani “Şairler Sultanı” beratıyla ödüllendirilecek ve 60 yıl boyunca adeta durup dinlenmeden başta şiir olmak üzere tiyatro, hikâye, roman, makale, fıkra gibi değişik türlerde şaheserler ortaya çıkaracak edebi yaşamı işte bu tuhaf bahane ile başlamıştı.
 
      Şiiri “Mutlak hakikati aramakta, fevkalâde sarp ve dolambaçlı fakat kestirme ve imtiyazlı bir keçi yolu” olarak gören Necip Fazıl, sadece şiir yazan biri olarak kalmamış aynı zamanda şiirin mahiyeti üzerinde de çalışmıştır. 1946’dan itibaren İdeolocya Örgüsü başlıklı seri yazıları arasında yer alan, Büyük Doğu Dergisi’nde kısım kısım çıkan ve daha sonra Sonsuzluk Kervanı (1955) isimli şiir kitabı içinde bir araya getirilen Poetika bölümünde Necip Fazıl, şiirin ve şairin hususiyetlerini, niceliklerini ve niteliklerini toplam 14 bölüm halinde teferruatlı bir şekilde anlatmıştır.
      Poetika’nın Şiir başlığını taşıyan ikinci bölümünde Necip Fazıl, şiiri mutlak hakikat olan Allah’ı arama çabası olarak gördüğünü belirtir:
      “Şiir nedir suali çok eski ve pek çetin... Bu sual, insanoğluna, (Aristo)dan bugüne kadar duman kıvrımlarındaki muadelenin tesbiti kadar zor göründü. Bu yüzden gayet âdi laflar ettiler. (Aristo)dan (Pol Valeri)ye kadar bütün poetik fikirciler, ya sahilsiz bir tecrit denizinde boyuna açıldılar; yahut aşağının bayağısı birtakım kaba tekerlemelere düştüler. Hepsi bu kadar...
Ve şiirin ne olduğu, her büyük mefhum gibi meçhûl kaldı.
      İlk poetika fikircisi (Aristo)ya göre, şiir, eşya ve hâdiseleri taklitten ibarettir. Sonunculara göre ise (Valeri vesaire) kaba bir his âleti olmak yerine, girift bir idrâk cihazı... Baştakilere göre şiir, en basit ve umumî temayül içinde zaptedilmek istenirken, sonunculara göre, hususî kalıplar içinde fikrin tahassüs edâsına bürünmesi şeklinde tarif edilmek isteniyor. Bu tariflerin başında ve sonunda, şiiri merkezleştiren haysiyetli bir muhit ile şiir muhitini kuran ulvî merkezden bir eser yoktur.
      Bizce şiir, mutlak hakikati arama işidir. Eşya ve hâdiselerin, bütün mantık yasaklarına rağmen en mahrem, en mahçup, en nazik ve en hassas nahiyesini tutarak ve nisbetlerini bularak mutlak hakikati arama işi...” (a.g.e., s. 472-473.)
      Hece veznini yeniden ayağa kaldıran, Türkçe’nin imkânları içerisinde yeni söyleyişler yakalayan, hudutsuz ve girift şiir anlayışıyla Türk edebiyatına yeni bir renk getiren Necip Fazıl’ın dehası bütün sanat çevrelerince kabul edilmiş ve devrin önemli isimlerinin iltifatına mazhar olmuştur. Necip Fazıl, edebiyat dünyasında karanlığı delen bir yıldız gibi parlarken aynı zamanda kendisine de aşırı güven duyar ve büyük bir sanatkâr olduğuna inanırdı. Bu husus çoğu zaman onun kusurlu tarafı olarak sayılmıştır. Necip Fazıl’ın kendisine duyduğu aşırı güven, atak üslûbu ve cesaretiyle birleşince ortaya ince nükteler ve düşündürücü latifeler çıkar:  
      Dostlarından biri, bir gün Necip Fazıl’a dünyanın bütün dillerinde aynı oranda önemli kelimeler olup olmadığını sorar. Necip Fazıl gayet ciddi bir yüz anlatımıyla dostuna döner ve cevap verir:
      - Evet, var: Necip Fazıl.
      Kendi deyişiyle “anlaşılmadan benimsenmek”le “tanınmadan dışlanmak” arasına sıkışan bir yalnızlık kesitindeki yaşamı, onun için daima sırlarla dolu Mayıs ayında bir gece (25 Mayıs 1983) yatağında doğrulup, bal rengi gözlerini pencereden dışarıya, derin karanlığa dikmesi ve pembeden daha kırmızı dudaklarının hafifçe kıpırdayıp: “Demek böyle ölünürmüş!..” cümlesini söylemesi ile son buldu. Dördüncü boyuta şiir yazan adam, doğduğu gün olan 26 Mayıs Perşembe günü büyük bir cenaze merasiminin ardından Eyüp sırtlarında toprağa verildi.
      Ama bu son, onun için son değil, aksine şiirinde yıllarca aradığı mutlak hakikate ulaşmanın yeni bir başlangıcıydı. Necip Fazıl, geride bıraktığı dev külliyatıyla, ömrünü verdiği fikir mücadelesiyle, siyasi ve tarihi incelemeleriyle, aksiyonuyla, şiir anlayışıyla Türk fikir ve edebiyat dünyasının gündeminde ve gönlünde her zaman ön safta yer alacak, ezeli edebiyat bestesinde ebedi bir ses olarak kalacaktır.
NECİP FAZIL’DAN GENÇLERE….
 
 “Zaman bendedir ve mekan bana emanettir!” şuurunda bir gençlik…
Devlet ve milletinin 7 asırlık hayatında dört devre…
Birincisi iki buçuk asır… Aşk, vecd, fetih ve hakimiyet…
İkincisi üç asır… Kaba softa ve ham yobaz elinde sefalet ve hezimet…
üçüncüsü bir asır… Allah’ın, Kur’an’ında “belhümadal - hayvandan aşağı” dediği cüce taklitçilere ve batı dünyasına esaret… Ya dördüncüsü ?…
 
Son yarım asır!.. İşgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde planında kurtarıldıktan sonra ruh planında ebedi helake mahkumiyet…
İşte tarihinde böyle dört devre bulunduğunu gören… Bunları, yükseltici aşk, süründürücü satıhçılık, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi…
Beşinci devrenin kapısı önünde nur infilakı yeni bir şafak fışkırışını gözleyen bir gençlik…
Gökleri çökertecek ve son moda kurbağa diliyle bütün “dikey”leri “yatay” hale getirecek bir çığlık kopararak “mukaddes emaneti ne yaptınız?” diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik…
Dininin, dilinin beyninin, ilminin, ırzının,evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik…
Halka değil, Hakka inanan, meclisinin duvarında “Hakimiyet Hakkındır” düsturuna hasret çeken, gerçek adaleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik…
 
 
Emekçiye “Benim sana acıdığım ve seni koruduğum kadar sen kendine acıyamaz, kendini koruyamazsın.! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın!” diyecek…
Kapitaliste ise “Allah buyruğunu ve Resul emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın!” ihtarını edecek…Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına,vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir gençlik…
Bir buçuk asırdır türlü buhranlar içinde yanıp kavrulan ve bunca keşfine rağmen başını yarasalar gibi taştan taşa çalarak kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığı, Türk’ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezhebe ortada ne kadar illet varsa devasının ve ne kadar cennet hayali varsa hakikatinin, İslam’da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslam alemine ve bütün insanlığa model teşkil edecek bir gençlik…
“Kim var?” diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert “ben varım!” cevabını verici, her ferdi “benim olmadığım yerde kimse yoktur!” fikrini besleyici bir dava ahlakına kaynak bir gençlik…
Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispette usule, stratejiye uygun bir gençlik…
Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle zifiri karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü keskin; ve gerçek kahramanlık madeniyle sahtesini ayırt etmekte kuyumcu ustası bir gençlik…
Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog politikacısı,çıkartma kağıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, takma diş fabrikası, fuhuş albümü gazetesi,mümin zindanı mabedi, temeli yıkık ailesi, hasılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir meydan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazanmakla vazifeli bir gençlik…
Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski mümin nesillerden hiçbirini beğenmeyecek, onlara “siz güneşi ceplerinizde kaybetmiş marka müslümanlarısınız !
Gerçek müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza gelmezdi!” diyecek ve gerçek müslümanlığın “nasıl” ını ve “ne idüğü” nü her haliyle gösterecek bir gençlik…
Tek cümleyle, Allah’ın, kainatı yüzü suyu ,hürmetine yarattığı Sevgilisinin fezayı bütün yıldızlarıyla manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak, ve O’ndan başka hiçbir tutamak,dayanak, sığınak tanımayacak ve O’nun düşmanlarını ancak kubur farelerine layık bir muameleye tabi tutacak bir gençlik…
İşte bu gençliği, bu gençliğin ilk filizlerini karşımda görüyorum .şekillenmesi, billurlaşması için 30 küsur yıldır, devrimbazlık kodamanların viski çektiği kamış borularla kalemime ciğerimden kan çekerek yırtındığım, paralandığım ve zindanlarda süründüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allah’a hamd etme makamındayım. Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına koyarken, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını da gediğine koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil!
Allah’ın selamı üzerine olsun…
Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!
Ey kahbe rüzgar, artık ne yandan esersen es!.

 
 
Kur’an Eğitimi ve Yaz Kur’an Kursları
YORUMLAR
 Onay bekleyen yorum yok.

Küfür, hakaret içeren; dil, din, ırk ayrımı yapan; yasalara aykırı ifade ve beyanda bulunan ve tamamı büyük harflerle yazılan yorumlar yayınlanmayacaktır.
Neleri kabul ediyorum: IP adresimin kaydedileceğini, adli makamlarca istenmesi durumunda ip adresimin yetkililerle paylaşılacağını, yazılan yorumların sorumluluğunun tarafıma ait olduğunu, yazımın, yetkililerce, fikrim sorulmaksızın yayından kaldırılabileceğini bu siteye girdiğim andan itibaren kabul etmiş sayılırım.
 

Bu haber henüz yorumlanmamış...

FACEBOOK YORUM
Yorumlarınızı Facebook hesabınız üzerinden yapın hemen onaylansın...
KATEGORİDEKİ DİĞER HABERLER
Ateşte Açan Çiçekler Kenti (3)
Bizde sanıyoruz Rüstem Paşa Çarşısı yalnız bizde var. Adamlar nasıl sahip ...
Ateşte Açan Çiçekler Kenti (2)
Size bir hamamın müzeye dönüştürüldüğünü gördünüz mü desem sanırım bazılarınız ...
Ateşte Açan Çiçekler Kenti (1)
‘Kütahya’nın pınarları akışır Devriyeler kol kol olmuş bakışır’ diye ...
 
Mehmet Akif ve Tefekkür (II)
Akif'in, içinde yaşadığı halkın hayatını bütün özellikleri ile aksettirdiği ...
Mehmet Akif ve Tefekkür
Mehmet Akif tefekkürde güçlü bir şairdir. Şiirdeki etkileyiciliği yazdıklarının ...
İdeal İnsan Ve Müslüman Modeli
İdeal Mümin; İyi niyetlidir; inancında, düşüncelerinde, söz, iş, icraat, ...
 
Mehmet Âkif’in Gençlik İdeali
Mehmed Akif, büyük bir şair olduğu kadar - belki ondan da fazla - büyük ...
Mehmed Akif'in Kültür Çevreleri (II)
Akif Bey ya okur, ya okutur, ya yazar, yâhud fıkra söyler veya dinlerdi. ...
Mehmed Akif'in Kültür Çevreleri (1)
Akif ve çağdaşlarının ve öncekiler gibi Millî Mücadele neslinin de bilgili ...
 
ERZURUM GAZETESİ
YAZARLAR
Ali Kemal Koçak
Ali Kemal Koçak
Kibirli Siyaset Aktörleri ve AK Parti'nin Değişim İhtiyacı
Ahmet Göksan
Ahmet Göksan
Ayağın Sürünmesi
İzzet Fehmi Aksakal
İzzet Fehmi Aksakal
"Devlet Adamı” olmanın somut örneği: Vali Mustafa Çiftçi
Mahmut Akdağ
Mahmut Akdağ
Cumhurbaşkanımıza Minnettarız
Ö. Faruk Kayaalp
Ö. Faruk Kayaalp
Alan Var Alamayan Var ve Ayıp Hassasiyeti
Kadir Sabuncuoğlu
Kadir Sabuncuoğlu
‘Muhalif’
ERZURUM
ÇOK OKUNANLAR
ÇOK YORUMLANANLAR
ARŞİV
ANKET
Erzurum’da Belediyelerin Önceliği Ne Olmalı?

a.Kentsel Dönüşüm
b.Kent içi Ulaşım
c.Altyapı
d.Sosyal Belediyecilik
e.Kültür, Turizm ve Sanat
f.Sosyal Katılımcılık
g.Mahalle Kültürüne dönüş


Sonuçları göster Anket arşivi
FACEBOOK'TA ERZURUM GAZETESİ
TWITTER'DA ERZURUM GAZETESİ
Ana Sayfa Guncel Asayiş Siyaset Ekonomi Eğitim Kültür-Sanat Sağlık-Yaşam Spor Araştırma İnceleme Bölgeden
KünyeHakkımızda KünyeKünye İletişimİletişim FacebookFacebook TwitterTwitter Google+Google+ RSSRSS Sitene EkleSitene Ekle Günün HaberleriGünün Haberleri
Maxiva