Ne oldu da sevginin kanatları kırıldı. Bu denli nasıl güçlendi kargaşanın yakıcı, yıkıcı, kırıcı eli… Çekti götürdü dal uçlarının tomurcuklanan güzelliğini…
Törpülenen insanlığımızın yeniden güç kazanması, dirilmesi, büyümesi adına canlarımıza bir tutam sevgi, bir tutam iyilik ve bir tutam merhamet serpecek turna katarları nerede?
Hangi yoldan gelecekler ve yüzümüzü; sevgiyi şiar edinenlerin gittiği yöne çevirecekler?..
Bir duman çöktü sineye; dağıtmak için rüzgâr esmiyor artık eskisi gibi…
Gözlerimizi dolduran ışıltı nereye gitti? Geleceğe dair tahminlerimizin gerçeğe dönüşmesi ve haklı çıkmamız, bir memnuniyetsizliği de beraberinde getiriyor. Sevgilerimiz, umutlarımız, dostluklarımız değilde; korkularımız galip geliyor ve biz; o eski biz olmamak ve ondan bir an önce uzaklaşmak yolunda hızla ilerliyoruz.
Zira çağımız; bilgiye ve elle tutulan varlıklara kilitlenmiş beyinlerce yönetilip yönlendiriliyor. Onların sınır tanımaz etkileriyle sarsılan ve kendini kaybeden, büyük bir şaşkınlığa ve iradesizliğe mahkum olan insanlık, “ben”liğinin kendisinden istediklerini acımasızca ele geçirmeye, geçmişinden devraldığı maddi-manevi mirası hesapsızca harcamaya ve tüketmeye çalışıyor.
Ancak ferdî bir takım davranışlar ve bunları gösterenlerin fedakârlıkları eşliğinde yürüyor geçmişin güzel yüzüyle olan bağımız…
Ve birileri farkında olsa da olmasa da, onların içini dolduran ve bazen sanki elle tutulan bir cisim taşıyormuş hissini uyandıran hareketler, gün geçtikçe azalsa da, yine de varlığını sürdürmeye devam ediyor.
Kendilerince yaşadıkları ve kaynağı sevgi, mekânı yürek olan, sözden çok tavırla, inanıldığı gibi yaşamayla ilgili olan bu hisse dair direnci, yıllar geçmesine, mevsimler eskimesine rağmen, muhafaza ediyorlar.
Hatta; “ülfet ve ünsiyetten doğan gaflet dünyayı körler ve sağırlar arenasına çevirirken,” onlar; geçmiştekinden daha etkili ve daha hükmedici olmanın büyük gayreti içindeler.
Çünkü; “insan olarak var olabilmek, gittikçe kalınlaşan bu gaflet perdelerini yırtabilmeğe” bağlı…
Çünkü; alışmak her şeyi sıradanlaştırıyor ve herkesi birbirine benzetiyor. Herkese aynı hataları yaptırıyor ve kimse ne yaptığının farkında olamıyor. Her yapılan bir diğerine eklenerek ve büyüyerek gidiyor.
Sonuç; ellerimizden kayıp giden ve ne uğruna harcadığımızı bilemediğimiz bir hayat ve böyle hayatlarla dolu bir dünya…
Böyle bir zamanda yaşamanın ruhta yarattığı hafakanlar üzerinde, seyrek de olsa, bilmem hiç düşünüyor musunuz?
Onun için de; bir şehrâyin değil artık geceler…
Siyahlık abandıkça üzerimize, buruk bir acının ve hiç ama hiç umut vaat etmeyen bir bağlanışın ellerinde oyuncak olmamak için çırpınıp durmaktayız hepimiz…
Bir tertibin, bir aldanışın kurbanı mı olduk diye düşündüğümüzde, geceden yükselen feryatlar eşliğinde aldığımız cevaplar tatmin edici olmaktan o kadar uzak ki! O eski samimiyet, o eski inanış ve o eski duyuş yok artık…
Bir gurbet akşamı sanki bu…
Bir kır kahvesinde oturmuşum, kıvrılıp giden tozlu yollara ve gökyüzünü kaplayan yıldızlara bakıyorum. Neyi bekliyorum ve ne görmek istiyorum. Her gün yeni kararlar almanın ve bunlardan bir tekini bile uygulayamamanın ne demek olduğunu bilenlerin meçhulü değil bu durum…
Ben anlatmayı beceremesem de; sıkıntının boyutlarını bilmem tahmin edebiliyor musunuz?
Çaresi… Çaresi şair Bedrettin Aykın’ın mısralarla söylediğini yapmak…
“Gülümse ona bir gün karşılaşınca
Tükenir paylaşılınca yalnızlıklar
Biliyorsun yurtsuz nicedir sevgiler
Geçit verirsen gözlerinin çölünden
Gelir sığınır bir yerinden yüreğine”