Kıbrıs’ta çözüme ilişkin görüşmelerin tık nefes olduğu artık herkesçe kabul edilmektedir. Toprak ve Mülkiyet konusunda uzlaşma sağlanamadığı için görüşmeler askıya alınmıştır.
Konunun temelinde ise “tüm mallar ilk kullanıcısı olan sahibinindir” yaklaşımının yattığı biliniyor. Bu yaklaşımı “ada topraklarının tamamı bizimdir” düşüncesinin yattığını söylemek olasıdır.
Kıbrıs Türk Vakıflarına ait olan toprakları da kendi egemenlik alanlarında görüyor olmaları ise düşündürücüdür. Bu bakış açısının uluslararası hukuk kurallarına aykırı olmasını bile dikkate almıyorlar.
AB’nin isteğini yerine getirmek adına, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde kurulan Mal Tazmin Komisyonu’nun da Rumların amacına hizmet için oluşturulduğu biliniyor.
Diğer yandan İngiltere’nin adadaki tapu hareketlerini bir süredir incelemekte olduğu gerçeğini sıklıkla sizlerle paylaşıyoruz.
İngilizlerin bu yaklaşımlarını iyi niyet göstergesi olarak alamıyoruz. Buna karşılık “çözüme ulaşacağız” diye beklemenin anlamsızlığı kendiliğinden ortalık yere çıkmaktadır.
Rum yönetiminin başında bulunanlar, bu görevlerinden ayrıldıktan sonra anılarını yazıyorlar. Anıların incelenmesi sonrasında ortak bir noktada buluştukları gerçeği ile yüzleşmekteyiz. Türkiye’yi nasıl zorda bırakırız yaklaşımı en ince ayrıntılarına kadar anlatılmaktadır.
Şu anda yürütülmekte olan görüşmelerde de bilinen Rum tutumunda her hangi bir değişikliğin yaşanmadığı gerçeğini yaşıyoruz. Kısa sürede çözüme ulaşabilmek adına yola çıkan Bay Hristofyas, “adadaki çözümün anahtarının Türkiye’nin elinde olduğunun” türküsünü söylemeye başladı bile.
Bir yandan çözümün Türkiye’nin elinde olduğunu ileri sürülüyor, diğer yandan da kendi bölgelerinde kullanılmaya başlanan Küresel Konumlandırma Sistemi cihazlarında, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki kent isimlerinin Türkçe görünmemesi için önlem alıyorlar. Konuya ilişkin olarak hazırladıkları tasarı geçtiğimiz Aralık ayında kabul edilmiştir.
Bu yaklaşımın tek egemenliğe giden bir yol mu oluyor ne…
Adada görüşmeleri yürüten siyasetçinin, “çözüm ümidi kalmayınca görevim ve misyonum sona erer” diye konuşması anlaşılır bir husus olamasa gerek. Çözümün dağların ötesine itildiği ortalık yere çıktığına göre, görüşme masasında beklemekle neyin kanıtlanmak istediğinin bilinmesi ve açıklanması gerekiyor.
Bay Hristofyas’ın mendil büyüklüğündeki ülkenin başı olduğunu unutarak, Türkiye’nin AB yolundaki çabalarının önünde tıkaç olma görevini sürdürmesini maskaralık olarak tanımlamak olasıdır.
Gelinen bu noktada AB’nin genişleme sürecinin de tıkandığını ve dağılma noktasına hızla yaklaşıldığını yinelemek istiyoruz.
Mendil büyüklüğündeki ülkeyi yönetenleri, bu konuda tek başına suçlu saymak olanaklı değildir. Fransa’nın tutumunu yinelemeye gerek görmüyoruz.
Buna karşın Almanya’nın Başbakanı Bayan Merkel geçtiğimiz günlerde, “yeni üyeler alana kadar AB önce kendi içinde birleşmelidir” diyerek sıkıntılarını ve yaşanmakta olan dağılma olgusunu dile getirme gereğini duyuyordu.
Birleşik Amerika Devletlerinde yönetim değişikliği sonrasında oluşan yeni yönetimin dünya dengelerini titizlikle incelemekte olduğu biliniyor. Doğal olan bu yaklaşımdan kendilerine pay çıkartmak isteyenlerinde olması, son derece yanlış bir tutumun göstergesidir.
Amerika’da yaşanan bu son değişikliğin fazla abartılmaması gerektiğini düşünüyoruz. Bundan önceki başkanın renginin beyaz, dışişleri bakanının renginin siyah olduğu biliniyor. Şimdilerde yaşananların ise görevle birlikte değişimin renk değişiminin ötesine geçmediği gerçeğidir. Başkan siyah, dışişleri bakanı beyaz…
Yaşanan bu son değişikliğin bundan ibaret olduğunun bilinmesi gerektiğini vurgulamak durumundayız.
Bu değişiklikle izlenmekte olan politikalarda herhangi yeni bir düzenlemenin yapılmasının beklentisine girmek ham bir düş olmanın ötesine geçemez.
Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da yapılan “5. Dünya Su Forumu”na Rum Yönetiminin çağrılarak, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin çağrılmamasının mantıklı bir açıklamasının olabileceğini düşünemiyoruz. Çağrıyı yapanlara da tek egemenlik virüsü bulaştı mı ne…
SEVGİ ile kalınız…