“Yine hüzünle geldi bu güz... Çoğu zaman ya bir terk edişle gelir, ya bir kaybedişle... Yapar yapacağını ve alır gider aramızdan birilerini, kaldırır aradan perdeyi... Gücünü yitirip, sapsarı bir renkle ağaçlardan dökülen yapraklar misâli, insanlarda ömür defterlerini kapatıp giderler; yaşadıkları hayatı resmeden bal mumu gibi bir yüzle... Doldurulamayacak bir boşluk bırakırlar arkalarında gidenler ve göçenler... Bir hatıralar silsilesi halinde yaşarlar artık yüreklerde... Avuntunuz, teselliniz, birlikte geçirdiğiniz zamanlarda paylaştıklarınızdır sadece ve sadece... Şair İlhan Geçer’in de dediği gibi;“ İnsan bu kopar bir şeylerden hep / Aşktan, anılardan ya da bu kentten / Yalnız geçen gemilerin izleri kalır / Durgun sularında titreşen...”
Güneşli, berrak ve yazdan kalma bir güz gününde kaybettik babamı... Şu son cümleyi yazarken bile, inanamıyorum hâlâ onu kaybettiğimize... Tıpkı diğer kaybettiklerimize inanamadığımız gibi... Sanki bir yerlere seyahate çıkmış, vakti geldiğinde dönecek... Hep aynı yerde oturan ve hep aynı zamanda eve dönen babama “Nereye gittin ki bu kadar önemsizleşti alışkanlıkların.” diye sorasım geliyor adeta.
Kısa bir hastalıktan sonra, güz vurgunu galip geldi ve bir güz gününde hicret etti babam ötelere... Yaşayanları ilgilendiren bütün güzellikleri ve çirkinlikleri arkasında bırakarak kendi evrenine göçtü. Ölümüyle en büyük dersi, en büyük öğüdü vererek hem de... Tıpkı önden giden diğerleri gibi... “
Babamın ölümünün ardından yazdığım yazıdan bir kaç cümle yukarıdakiler... Aradan şu kadar yıl geçti, babama olan hasretim azalacağına, külleneceğine, içten içe yanan bir ateş gibi içimi kavurmaya devam ediyor. Yokluğunu aklıma getirmemeye çalışıyorum çoğunlukla... Beden olarak artık olmadığına, yaşamadığına, aramızda bulunmadığına inandırmaya çalışıyorum kendimi... Belki yaşı kemale erdikten sonra hicret etti ötelere... Fakat bunun pek de önemi yok denebilir. Baba sevgisine ihtiyaç duyduğumuz zamanlar gerilerde kaldı, geçti gitti o günler desek de; sesine, kokusuna, duruşuna, sohbetine, arka oluşuna duyulan hasret bir türlü dinmek bilmiyor. Büyüdükçe büyüyor. Boşluğunu hiç bir şey, hiçbir varlık doldurmuyor.
Artık kendi başınıza yürüyebileceğinizi, ellerinden birinin tutmasının gerekmediğini ve kendi başınızın çaresine bakabileceğinizi zannederken; kılavuzunuzun; bilgisiyle, tecrübesiyle, irfanıyla, sezgisi ve hissiyatıyla önünüzü gösteren kişinin sizi terk edişi, bu konudaki yanılgınızla yüz yüze getiriyor sizi. Durumun hiçte zannettiğiniz gibi olmadığının farkına varıyorsunuz. Şair Cemal Süreya yaşadığı bu durumun, bu aniden çekip gidişin kendisini nasıl etkilediğini bir şiirinin bir bölümünde bakın hangi mısralarla açıklıyor:
“Sizin hiç babanız öldü mü? / Benim bir kere öldü kör oldum / Yıkadılar aldılar götürdüler /
Babamdan ummazdım bunu kör oldum ”
Belki şairin dediği gibi kör olmuyorsunuz ama dünyanın dağdağasından yıldığınızda, hayat kavgası karşısında bir yorgunluk hissettiğinizde, daha önce bunları yaşayan ve belki de hâlâ yaşamakta olan, yüzünde o günlerden izler taşıyan baba, söyleyeceği sözlerle, yüreğiyle verdiği destekle, evladını diri kılıp, bazı noktaları daha iyi görmesini sağlamaz mı bütün bunlar karşısında. Nuri Pakdil’in mısralarıyla; “Yaşama cesaretimi artıran / Ağır acı oturuşu” vardır babalarımızın... Ve o bilgece tavrı, engin tecrübesiyle, yeni umut çiçekleri ekmez mi insanın içine? “Yürüdüğü yolları, dünyanın yüreğine inen geçidi, hayatın çekirdeğini, yolun sonundaki çiçeği gösterip, tökezlediğinde tutup kaldırmaz mı?”
Yüreği kahır dolu babalar vardır. Acı tersyüz etmiştir içlerini... Ama hiç bir zaman belli etmezler yine de çocuklarına içlerinin matemlerini... Yüklenirler, taşırlar belki bir ömür boyu geceye vurgun yürekler gibi... Ten yorulur onlar yorulmazlar, acılarından bir parçayı ciğer parelerine bölmemek için... Yokluğu var gösterip, darlığın çoğunu kendi alır. Sönmesin tek çocuklarının yüzündeki gülücükler, sürsün umutları, yeşillensin, çiçeklensin; darlığın, yokluğun sitemini çekmesin... Çocuk ise ister hep, bilmez istekleriyle babasının belini nasıl büktüğünü... Sinesine yorgunluk ve sitem tohumları ektiğini... Bir babanın evladının istediği bir şeyi alamadığında bilir mi çocuk babasının yüreğinden geçenleri… Sırtını döndüğünde gözünden dökülenleri… O koskoca gövdenin ne kadar hüzün devşirdiğini…
Ya babasız çocuklar... Bakmayı, görmeyi öğrenemeden sokakların ellerinden tuttuğu çocuklar... Kim verecek onların ellerine dünyayı... Kim tanıtacak denizdeki balığı, yıldızları, gökteki ayı... Sevinçli bir şarkıyı kim söyleyecek onlara, kim susturacak babasız çocukların evlerinde kopacak fırtınayı... Kim anlatacak onlara sevginin gizli olduğu bakışları... Aşkın geçtiği yollarda kim kılavuzluk edecek onlara, kim aşıracak dağlardan babasız çocukların kervanlarını? Gecenin bitişinden, gündüzün gelişinden kim haberdar kılacak onları?
Babayı unutmamak, hatıralarını, fikirlerini, düşüncelerini yaşatmaktır. Ondan kalanları onunla birlikte toprağa gömmemektir. Gezdiği yerlerde onu anmak, tanıdıklarıyla onu paylaşmaktır. Gidişiyle açtığı boşluğu her gün biraz daha, biraz daha bunlarla doldurmaktır. Yaşıyorsa; arayıp sormak, bayramdan bayrama bir güne mahkûm etmemektir. Kendinin de bir gün gelip onun gibi ilgiye muhtaç bir hâle geleceğini zaman zaman da olsa hatırlamaktır.
Bir “Babalar Günü”nde daha bütün babalara sevgi ve selâmlarımı gönderiyor, babasızlığın acısıyla büyüyen küçücük bedenlere Rabb’imden yardım diliyorum.