Edebiyat huzurunda olmak, romancının sigara yaktığı pencere dibinde öksürmek, ucuz bir otel odasının tavan badanalarında harita çizmek, ceylan kokusu almış tüfek heyecanında olmak…
Ne bileyim saray plajında kum tanesi boyayan karikatürist, aya öfkelenen hırsız, tatlıya konmayan sinek, kaşınan ufuk, darılan suç, bardak bulamayan sarhoş..
Ne olmak.. Hangi tebessüm hangi ağlayanın sitemi.. Hangi Leyladır damlar, kırılan şişeden… Muvazenesi nedir yarınlarımızın?.. Gölgenin özgürlüğü ışık, tövbenin özgürlüğü suç, yolun özgürlüğü gurbet. Hep yarına bırakılan yarınlar. Her şey yarına benzemekte ama hiçbir şey dün gibi değil…
Hiç kandırılırlığınızı düşündünüz mü?..
Kendi tuzağına düşmüş insan, kendi içinde esir kalmış özgürlükler.. Hangi suç hangi yarının özgürlüğüdür, bunu bir türlü anlayamadık… Hangi Asya’dır huzur vermedi yarınlarımıza, hangi Anadolu’da analar süt vermedi de huzurlarımız yetim kaldı…
Peki çalınmış bunca ışık hangi âmânın ve bunca hapsettiğimiz tereddüt hangi amanın?..
Herkesin söylenmeyen bir derdi var şüphesiz. Hesabın işe yaramadığı hesap. Altının ölü göğsünde çürüdüğü hesap… Gülümseyenlerin toplandığı, ağlayanların çıkarıldığı, yüz dökenlerin bölündüğü, haykıranların çarpıldığı bir hesap…
Şüphesiz, kimi azık tozuk olmaktan muzdarip, kimi azık tozuk kavuşturmaktan.
Zorla lamba yapılmış bunca insan, kolayca ‘damacana’ yapılmış bunca insan dertsiz olamaz. Baca dumanlarını koklamak lazım. Yada efendi koltuğu rahatsız etmemek için nefesini tutan bunca hademe nefesi… Koklamak lazım, tebessüm arayan yoksulun çöpe ne karıştırdığını, at gözlüğüne cam takan sanatkarı, saklananı, saklambaç oynayanı, ala yeşile sinmiş suçu, sarartı halinde istiflenmiş hakikatleri.. Hepsini…
Tahlil yapmadan tahliye olamayız.
Hangi tebessüm hangi ağlayanın muvazenesi. Dağa baktıkça büyüyen, karıncaya baktıkça küçülen sosyal felsefe azadı ve aşılmazlarımıza kader dediğimiz bir dünya. Beyaz çay taşlarını güvercin yumurtalarına benzettiğimizdendir, sapana koyamadık asla. Sivrisinekler ve yassı sineklerin kıblegah camlı kafeslerine bürokrasi dedik, bürokrasi kafeslerine sağ ellerimizle yem döküp durduk. Küçükken, Hocanın birinin öğüdünü hiç unutmadım… Kör baban varsa, derdi, ve içki müptelasıysa, derdi, ve git içki al derse, derdi, sen gitme.. Onun elinden tut, sırtla götür, o alsın..Hoş.. Dağ ağırlığında bir tüy nasihat. Anıracak kadar eşek olanlar için büyük yük. Bu gün yekun bir insanlığın yaptığı birilerini sırtlamak değil mi?..
Bu düzende derdini halıya basmadan anlatacaksın. Bir demokrasi ki, yüzünü dökmek günah, yüzünü çevirmek küfür… Bir dünya ki; yüzünü döken, közünü içen, göçünü devirenlerle dolu dolu. Bir dünya ki; bakarak doyan, uyuyarak soğuyan, uslanarak korunan insanlarla dopdolu.
Hülasa, bir bir insan bin bin dünya..
Ve bir dünya ki paket paket insan, şişe şişe alıp satan.. . Bir kahvehanede propaganda elini sıkmadığı için soruşturulmuş bir gencin dünyası bu… Referans ararken mülakat kaçıran, hayal sabahı, sükut akşamı gencin dünyası bu… Yada Rahmetli Nejat Uygur’un ‘halıya basma’ komedisinin oynadığı bir dünya. Gayrı kurdeleler kelepçelere benzemiyorsa neye benziyor, siz söyleyin…
İçimizdeki hapishaneler… İçinizde tuttuğunuz masumlar, mazlumlar, azatlıklar... Sokaklar tazı sesi, caddeler tüfek çığlığı. Avcıların ceylanları hep içimize sığınmakta. Ceylanlar hep içimizde.
Davullarına seccade kumaşı germiş bunca fikir. İnsanlara söylenecek tek şey, lütfen kölelerinizi azat edin. Hapishanelerinizi boşaltın.
Kuş olan uçsun,
Kurt olan ulusun,
Volkan olan tutuşsun,
Vasat olan vurulsun…
Korkularınızın korkuluğu olmayın..
Tarih diyor ki;
Yalansız vaat,
Talansız icraat… Olmadı hiç… Yalan söyleyen tarih utansın…
Yalansız vaat, talansız icraat olmadıysa, körün elini merkep kuyruğuna bağlayan utansın… Gözlerimiz bu ‘dante’ tefekkürleriyle aynı ufka bile sığmadı, sığmayacak...
Bizimle arpa bölüşenler, kendileriyle ‘elhamraları’, elle yarınlarımızı bölüştüler. Onların günahları hep mukaddes tenhalara saklandı, bizim sabrımıza….
Vesselam…