Yarınlara yazık edenler, dün eyvanda, bu gün havanda, yarın büyük divanda olacaklar. Haram-helal ocakları derken, amaçların takkeleri uçmuş ki hara-hela muhabbetinden öte hiçbir his yansıtamayan ama kendini din adına kayyum atamış nice Anadolu güneşi dünürü türedi... Kara perdelilerin ak şafak tuzağı!.. Hayli ihtişamla sefer hazırlığı yapanlar yastıklarını alırken belli ki güneşin Anadolu gönlünde gelin olduğunu unutmuşlar...
Saklanarak çoğalanlar yeniden kaybetti demek zor. Halen çok saklanan var; avuçlarımızdaki nasırda, alnımızdaki terde, cebimizdeki bozuk parada, dudaklarımızdaki istihzada.
Dikkat ediniz, her caddenin sonu, ya derneğe, ya takkeye, ya bir vakfa çıkar… Burada kadim irfan yuvaları, tasavvuf ocaklarını ve Salih taassup geleneğini kastetmemekle birlikte, ne de çoktur aklı dolanana bakan türünden harami, arami türü, bir sürü gazoz şişesinden minare dikip, bir sürü kavurma kazanından kubbe konduran ahkam kral... Nede çoktur… Çadırını cüppesinden diktiren muhteremler çıldırmakta... Vitrin vitrin pahalı ucuz vaat, kaldırım kaldırım banka cüzdanlarının sesini çaldığı sarhoş uysallıklar… Her çıkmazın şifrelediği başka selam , yüz ifadeleri seyrek yazılar gibi, kelimeleri pahalı ‘cennet’ jetonları … Her neyse!.. Gelin ayşe suya gide dursun, ay ışığı günaha torpil geçsin, korsan dumanı saklayadursun kaşıkçıl gırtlağında… Her şeyin sonu vardır diyen ekabirin sonu asla yok…
İlmihal insanının ne çok düşmanı var… Bu mum alevinin menzili ay… Akbaba günlüğü yazanlar leşi geceden hazırlar. Tavırları fistan giyinmiş devler, uçurtma kuyruğuna yapıştırılmış haritalar, tespih teline dolaşmış uçkurlar, mum alevinde nöbetçi bırakılmış şahadet parmakları, tank paletlerine silinen tebessümler hepsi bu çıkmaz sokaklardan manzaralar… Çapkın siyasi tarağını vermiş, sandalyesine sığmayan protokol şişmanı kebabını, şair ilhamını vermiş, hasta ilacını, gülah tellakları şahmaranın adresini, minarenin ayak ucuna yuvarlanan ezan altıncı vakti vermiş, Fırat şırıltısını vermiş, atı yerine kişneyenler yiğitliğini, daha daha kim ne vermemiş ki bu uzun donluların gerdeğine(!!)
İşte gökyüzünden habersiz uçurtma uçurtmanın anlamı bu…
Şehzade nankörlüğü … Çok yetim görünce anne olmaya yeltendi kurbağalar, viyak viyak bataklık ninnisi kurşun seslerinden ritim tuttu. Okyanustan bir ibrik su dolduran haydi Anadolu bahçelerini sulamaya(!!).. Vay!.. Hayaller pazara sürüldü yeniden yeniden; Türk diyarının bahar yıllarından güneş satılacak. Üç maymunu bilen bilirde üç papağanı bilen var mıdır bilmem?.. Hayvan fuarından farksız çağın üç papağanı; nato siyonisti, birleşmiş milletler (domuz çiftliği) piyanisti ve tarihin mutlu sonunu reddeden domuz derisi takkeli, evliya dişinden ‘düzülü’ tespih çıtlayan nihilisti… Hani hayvan fuarında üç papağan görücüye çıkarılmış da, birinci papağan çok gösterişli, alımlı, renkli, ağzı laf yapan, tırnakları mezar taşı yazan türden. İkincisi, onunda diğerinden aşağı kalır tarafı yok. Etiketlerindeki fiyatlar Siyonist kürkleri kadar yüksek. Mazlum sorar, tamam der, birinci papağanı ve yanındakini anladık, süslü, afili ve küstah.. Ama üçüncü papağan pek pörsük, pek suskun, pek aciz. Neden diğerlerinden daha fiyatlı?.. Adam cevap verir, ya der, üçüncüden bende bir şey anlayamadım ama diğer iki papağan ona ‘hocam’ diyor.
Şimdi…
İpini koparan Anadolu’da; alevini arayan mum, kıblesini arayan fikir, kütüphaneden atılan tarih, ahırda saklanan karanlık, kilimde solan desen, bağır arayan kara taş, diz arayan su, kına arayan yırtık duvak, dal yalayan baykuş, bahar soran sivri sinek, tarak soran kel, bezgin diyar, müşkül hal!.. Her maraz bizde ayrı bir hoca.. Ayıptan dahi hoca çıkarmış bir coğrafyadayız. Kalabalıklar tek yüzü yazılı zarlara benziyor. İslam’ın şartı beş ama altıncı yüze musallat olmuş binlerce cin.
Bir dert var bu diyarlara sığmayan. Yetim harçlığı çalan sarhoş, küre boyayan emperyalist, alın terinden su çalan kağıt gemi ustaları… Bir dert var; ne şiirin, ne sazın, ne edebiyatın dil, nağme yada sayfa vermediği yalan. Hakikat olmak için hakikatleri ucuz münevverlere servis eden, yarayı kendi açıp tabibi çiçek aramaya gönderen ucuzlar tarihimizin hep yastık kirleri oldu.
Ne diyelim başka. Herkesin bir şeyler yazdığı, ahkam kestiği dönemlerdeyiz. Yeniden kargalar yanık buğdaylarla fısıldaşmasın sakın. Bir zamanlar bu alaca kargalara yemlik açmak için tedhiş kurulları gibi teftiş kurullarını mazlumlar üzerine salan kim varsa, her kademede saklayan yada saklanan kim varsa adalet onlarda esir bırakılmamalıdır...
Dünya yuvarlak. Önümüze katıp sürdüklerimiz yeniden bizden hızlı çıkıp da arkamızda birikmesinler sakın. Sakın soykırım davası güdenler gibi, yüz yıl önce ‘orta doğuya’ kaçan hainlere yaptırılan gibi yüz yıl sonra akın akın Anadolu’ya döndürülmesinler?..
Dikkat edin en iyi şeytan taşlayanlar en gizli günahı taşıyanlardır.
O zaman, şeytanlar da şeytan taşlamadan ‘günahı’ yeniden tanımlamalıyız..
İşte, “O zaman vecd ile bin secde eder- varsa- taşım..”
Vatan deyince yüreğinin çapı gökten büyük olan bu nesil, bir türlü Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını gediğine koyacaktır.
Başka ne demeli…
Gözü şafaktan daha ışık nesil yine ve yeniden bahar olma zamanı …