Yukarı akmayacak Fıratın şırıltısı, düşmeyecek taşın kini, sönmeyecek alevin su sevdası, günler…Ne ay güneşe devir tesliminde cuma şafağını verdi, ne güneş aya devir tesliminde kandil gecesini… Yaşadıklarımız ne şafaktır, ne gece… Hayretle bakmak öküzden, tellal avazı cırcır böceğinden, hal, veda sirenini yutkunan kara trenden … Karınca ambarı yakan güç bahttan değil kinden beslenmekte. Kadere hoşgörü mimarisi yasak. Cazgır kim yenerse onun ozanı olur.
Birileri konuşturuldukça susanlar artmakta. Gizli suskun, açık alfabe namzedi yıllar. Kitabın gecenin geç saatine kalan sayfaları gibi. Harflerin her biri aslında bir Mevlana.. Bu kadar Mevlana yan yana gelse kelimenin adı ne olurdu acep?.. Susacak kadar ‘ah’a öfkeli, adres defteri kayıp, adresinde sadece kendisi olan alnı terli güneş, gözleri uykusuz ay olanlar şimdi huzura da pişmanlar. Yazık!.. Kimse Mevlana’dan sonra Mevlana olamadı…
Kelime fuarı açtı gündem. Bir vitrin bulunca patileri koyacak yer çok. Nehir olması için maşrapa maşrapa su taşınmış, gök kubbeden mavi çalınmış, bazı insanlar söğüt olarak dikilmiş bu kıyılara. Asıl asma köprüler ceplerle dil arasında kurulmuş. Göbeklerinden onlarca tef derisi çıkacak meddahlar yenilensin diye hala kaldırım yalamakta.
Aslında iki cümlelik dünya.
Yalan ve hakikat.
İki kanat, tek sanat… Kanatlardan soldakinin rüzgarı bol olunca muvazenenin tepetaklak olması normal. Vezirden kizire ahkam; üfleyen üfleyene.
Hep dinleyeni çok oldu şikayetleri. Bir türlü kuzu annesi gibi meleyemedi. Yakın çağ, uzay çağı v.s. Safsatalar… İnsanlar artık ‘suç çağı’ demeli bu kızıl- dizel akan zamana. Çağa başöğretmen olarak parmak kaldıranlar, başlarında eski gazete sayfalarından bükülmüş külahlarıyla hala tahsil görüyorlar. Gölge arayan öfkeler o kadar çok ki...
Büyük köyler halinde medeniyetler, muhtarlıklar halinde ülkeler.
Çağ dişlerini kuyruğuyla karıştırmakta. Aydan borç alan yıldızlar bir bir kaymakta… Dağlar hala nasıl çökmedi?..
Her dost bir beriki. Her kapı da bir Pavlov manifestosu asılı..
Ağaran saçlar aynalara saklandı, vasfını ak öfkede değil pembe his yaslarında kaybetti yıllar.
Ve; ‘dağlar çiçek açar Veysel dert açar!’ dedi, bir garip…
Ve; ‘Su döktüm suda yandı!’ dedi, bir arif…
Ve; ‘ Akıl olmazların zoru içinde!’ dedi, bir ölü tarif
Ve karanlığın sanatkar seçildiği bir dünyada kimse mum alevine tebessüm uzatmadı. O üşüdü beriki esnedi… Servet saklandı, ser saklandı, öksürüklerini cebine doldurdular tarihin. Yetim tayfanın mendili denizin yaşını silemedi…
Şimdi gizlisi-saklısı olmayan kimse yok. Gizli tarih, gizli tefsir, gizli ser, gizli ter, gizli fener, gizli gemi, gizli rüzgar, gizli mehir, gizli tehir… Ne tarafa dönersen ensen arkada kalmakta. Gölgesini sırtına atmış fikir, mutlak onur, mutlak irfan ve fikir hala müsveddelerini yırtamadı. Herkese ‘haklısın’ diyen, hoca Nasrettin kalabalıkları.
Saçlarını yemen çöllerine çimen diye ekmiş gelin camii avlusunda romatizmalarını ovalayan ihtiyara su kavuştur…
Herkes bir dolma kalem anlayacağınız…
Acep bu sefer tövbesi ölüm mü öfkenin… Tazele derdini eskidi dediğim hasta, sınanacak öfke kalmadı sanırım.
‘Ortahisar’ şafağında gözlerini ovalayan yeniçeriler hala gün doğmadı…
Sahi hiç dergi kaldı mı ay ışığında okuyamadığım?..