Kaygılarımız yüzer yıl arayla gelen kadim kaygılarla aynı. Buna güneşi fötrle kandıran siyasi aydın şahit, buna tabutluktan odun çalan siyasi hırsız şahit, abdest çeşmesinde serçe avı için sinen siyasi kediler şahit, parmağını ısıran siyasi insaf, yarasını satan misyoner, gölgesinin darasını tartan siyasi deli şahit, anlına perde deseni çizdirmiş siyasi sakin, selva kurbağası siyasi şair, ampul patlağı muhasebe, aklını yemiş girdap adam şahit…
Kimileri akademik kıyılara vurmuş yabancı gemi çöpleri gibi.
Vakti geçmiş konserve kutularını martılar açmaz… Artizanlık en büyük heyecandır ve insana hastır. Eskiler çok iyi bilir, levis kot, birinci sigarası ve mercedes taksinin tuhaf muhabbetini.
Sosyal dünyada kendine rastlamayanın kendine rastlayacağı sokaklar herhalde realite sayfaları olmaz…
Kimi darı ambarına horoz çağırır, kimi hakikatin meşakkatli yokuşlarından kaçış yollarını süsler. Entelleşmede sineğe salıncak yapmaktan başka bir şey değildir. Bu yüzden insanlar hakikati kavrayamayınca tebeşire benzedi. Tebeşire benzeyenlerden böyle böyle sokaklara alın yazısı yazmaya başladılar. Sonra harf cüzdanı ideolojiler, ısmarlama özgürlük cıyaklamaları, akbaba yazar, balbaba zanaatkâr enflasyonu aldı yürüdü… Sonra yecüc memüc sayısınca bozukluk yerli yorumlar ve yemlenmeler… Siyah ciğerlerini emperyalist egzozuyla şişiren her gafil böylece kendini Anadolu’nun imkansız avında akbaba diye salar…
Karınca yularıyla çekilen asır, yüreğin abdestli avuçlarıyla kundaklanamayacak kadar domuz yüklü… Derin ve coşkun milli akışımızın gelenek(sel) muhalefeti halen etnik, halen mezhep istismarı halen şöhret ve ihtiras kisvesinde ya da birinci cigarasını mercedese eksoz yapmış ahmak ideoloji seviyesinde obalarımıza şeytanlar salmakta.
Alınlarını siyah boyamış düşman bu yıllarda çok daha cahil, çok daha tahsilli ve zengin.
Küskünü, düşmanı, nankörü, fitnesi, haini bol bir coğrafyadayız ki eski sinekler yerini eğitilmiş yerli sığırcıklara bırakmış. O kadar yumuşakça o kadar omurgasız üretilmiş ki etrafımız sığırcıktan geçilmiyor. Ve enteresan olanı faraşa sığmayacak kadar çokmuşlar…
Coğrafyamız cevap veremeyen insanlarla dolu. Sorular ‘gavur imam’ seviyesinde, cevaplar harbi hamal. Kem-küm edebiyatı dilin efsunkar musikisini de(ruhunu) alıp götürdü. Oysa Filozof salgını almış başını gitmekte. Üniversiteleri otlak haline getirenler bu sonuçtan mutmain..
Kader mühendisleri Çinden Maçinden… Nasılsa kader yazmak kaderi yaşamaktan kolay.. Daha manidar ve keyifli olanlar daima kaderi yazanlar…
İki kalabalık var göğüs ovalarımız üzerinde.. Biri inkâr etmektense bizzat gerçeği bilmemeyi yeğ tutmuşlar, diğeri gerçeği inkar ederek bizzat gerçekle savaşa tutuşanlar!..
Conte’nin uydurduğu sosyoloji kavramı, halimizin halinde ne tespitte ne ispatta tek adım atamadığımız yüzyıl oldu. Yüzyıl öncesinin kopya yılları gibi. Derinliksiz tip, deriden derine geçemeyen tıp… Fizyolojiden sosyolojiye geçeli beri böyle…
At kaçtı torba düştü.
Bu hal hin batı politikasının hisli doğu psikolojine galebi belki. Anlaşılmadı… Düşmanlarımızı tecrit matematikle değil marş melodisi sesi veren abaküs boncuklarıyla saydık… (Kırmızılar, maviler siyah siyah gözler-‘elim sende’ ile geçen seneler…)
Dikkatte, dirayette, irfanda, iradede yılları dezenfekte edemedik.
Dikkat ettiniz mi bilmem, bu yüzden en kolay ve kesin sıkıntımız, kendine iç ve dış da yırtıklarını bayrakla yamamış, gizli düşman açık milliyetçi tebalar oldu. Dönem dönem dikkat ahlakı ve dikkat irfanı prensiplerle yönetilir olunca, anane hürriyet ve kaide adalet sadece sadaka düzeyinde kaldı, dikkat zaafiyeti, gerçek hizmet kaçakçılarının ve akbaba kolonileri kuranların gözden kaçmasına neden oldu. Sosyoloji çağının genç şöhreti politika, bizde tenkit ve yıkım üzerine, içimizdeki siyasi bürokrat, siyasi akademisyen, siyasi tespihli misyonerlerde tespit ve katlaşma amacına tuğla koydu, böyle böyle hamle yılları gecekondu kaldı, yularlı softa, yularsız yobaz muhalefetiyle heba edildi.
Tenkidin iki ayağı övgü ve eleştiri ise; biz en güzel bunu yaptık… Ama şafağa en güzel övgüleri ay taklidine girmiş yıldızlar yaptı… Bu tipler en hızlı tazılarla avlandı, en süslü ikramlarla tavlandılar…
Bir zamanlar ortak otorite talebi olarak doğan devlet, kaderin yetkilerini kullanmakta gecikti.. Öyle ki bazı dönemler tanrı şeytana yenildi. ‘Tanrı’ yerine oynayanların, hazırcı, perakendeci, veresiyeci seans huzurlarıyla, hamd eden kalabalıklar doğdu… Yorgunla miskin karıştı, odunlukla kitaplık, yularla kolye, temkinle korkaklık, bulaşık ile dolaşık karışıp gitti. İyi durumda mıyız?.. Buna tenkidi hasetle karıştırmayanlar cevap vermelidir…
Ne diyelim?..
Nihayet katolik misyoner, Yunus’a rastladı.
Nihayet hatadan hakikate değil, hakikatten hakikate geçme vakti olsun…