ford ercihan otomotiv
Ana Sayfa Guncel Asayiş Siyaset Ekonomi Eğitim Kültür-Sanat Sağlık-Yaşam Spor Araştırma İnceleme Bölgeden Türkiye Teknoloji Seçime Doğru
Erzurum’dan İran’a arama kurtarma desteği
Erzurum’dan İran’a arama kurtarma desteği
Genç Dadaşlardan milli görkemde fener alayı
Genç Dadaşlardan milli görkemde fener alayı
Oltulu Dadaşlar milli coşku yaşadı
Oltulu Dadaşlar milli coşku yaşadı
Mehmetçik barış ve huzurun teminatı
Mehmetçik barış ve huzurun teminatı
Tekin ‘Orijinal Atatürk Portresi Sergisi’ni açtı
Tekin ‘Orijinal Atatürk Portresi Sergisi’ni açtı

Cahit Okcu (Su Dağları)

Çeçenya ah Çeçenya... (24)
17 Nisan 2009 Cuma

Umran, arkadaşını son kez üçüncü tankın sokağa çıkışı sırasında, kalabalık arasına karışırken gördü. İki çivi ucunu andıran gözlerini Babür'e çakmışcasına bakıyordu. Sağ kaşı o kadar gerildi ki, adeta alnından kaymıştı.
Babürşah, hayli sakin görünüyordu uzaktan. Gözlerini kısmış bir zar üzerinde oturuyor hissini veriyordu. Son molasında fazla kalmadı zaten.
 Yürürken adeta kayıyordu. Babür normal yürürken dahi eklemlerini fazla kullanmazdı ya, şimdi bu özelliği dahada belirgindi. Rahat ve sakindi. Arada insanlarla kısa sohbetler bile yapıyordu. 
Sonra bir iki gurup değiştirdiğini, bir ara atkısını yanındaki yaşlı bir kadına verdiğini izledi. Aileler  O'nu bireylerinden biriymiş gibi içlerine alıyor, kimi yaşlı kadın onunla beraber yer değiştiriyor, yardım ediyorlardı.
Hele biri vardı ki, O'nun yanından hiç ayrılmıyordu. Bazen koluna giriyor, bazen başka bir guruba geçerken önünden yürüyordu. Tabi ki bu Keyik anadan başkası değildi...

4. Bölüm
Uzaktan Salur'un cılız ışıklarını gördüğü zaman, artık içi içine sığmaz oldu. Akşam güneşini seyreder gibi yüreği ritmini unutmuş, gülümseyip duruyordu.
O kimdi, kimin nesiydi?.. O gece, yüreğinin yolu kesilmişti ya?.. Unutamıyordu işte, yüreğine söz geçiremiyordu... Bir dağ savaşçısı kadar serin ve umursamaz olan o bakışları unutmak mümkün olmamıştı!..
 İp gerişi, katıra denge tutturması, diklenmesi, akıl vermesi, insana rahatlama veren duruşu ve tesellileri... En ağırı, ayrılırken parka cebine sokuşturduğu, belkide kendi elleriyle pişirdiği ekmekler… Ona ruhunumu yedirmişti nedir!..
Kendince, içinde esen bu ılık rüzgara anlam vermeye çalıştıkça bocalıyordu. Şimdiye kadar biyografisinin hiçbir duygusal detayında, bu tip bir rüzgarla nefesi kesilmemişti. Sanki içindeki kadim dünyadan yeni bir diktatör yer istiyordu. Bu hisler tanıdığı dünyadan değildi. Sürekli gizli talimatlar alıyordu yürek... Boyutsuz acılar veriyor, tanıdık yalnızlık kavramına nispet, ' salt yalnızlık ' diye, farklı bir ilham hazzı çöküyordu içine... Şişeye yaslanmış denize bakıyordu.
Bu öyle bir yalnızlıktı işte... Geleneksel yalnızlık koğuşlarından farkı, ne sessizliğe, ne ufka, ne denize, ne  mağara karnına sığmıyordu. Etrafını duyan, işiten, koklayan, hisseden velhasıl duyuları olan insanlar için,  'yalnızlık' diye bir şey yoktur, dedikçe yanlız kalmıştı.
İnsan baktığı, kokladığı, hissettiği ile beraberdi. Altı duyusunun altısı da rasladığını içine almaz mıydı?.. Altı duyunun altısı da, muhatap olduğunun çapkını değil miydi?.. İşte altı duyunun şifrelerini kırdığı yegane muamma; gönül... Bu zor ve anlaşılmıyordu. Ne kurallar koyuyor ne kurallara uyuyordu. Canı yansa kan akıtırdı belkide. Ufukların en kızılına yaslanıyor, güya yalnız kalmak adına;  çekilen acıları alaya alıyor, yorgunluğun dedikodusunu yapıyor, derin bir of çekip arınması için yüreğe yeni yeni adlar veriyordu. Düşüneyim yada dinleneyim derken aklı bile es geçip, yargıladığı dünyaya mama yediren 'bilge pişkinliği'...
Yalnızlık işe yaramıyordu artık. Sabahtan akşama kavuşma, yıldızlara darı, denize su, ufka kümes mantığıyla bakan biri için yanlızlıkta neydiki!.. Yalnızlık; oburun öğlen uykusu  rehaveti, gurup saatlerindeki gevşek bir ruhla yapılan sahil turu, yada ağızla mide arasında gidip gelen gazoz serüveninden başka neydi ki?.. Babürşah Umran'daki sessizliğe anlam veremesede, köye yaklaştıkça onun biraz daha sessizleştiğini hayretle sezinliyordu. O konuşurken her bir kelime birer kaya parçası gibi kopup gelirdi ya, Umran'daki sükuta tüy gibi düşüyor olmalı ki,  O'nun yakınına kadar gelmesini bekledi ve birazda sitemle;
- Gidiş dönüş yolumuzda tek kelime etmedin be Savaşçı... Bu taraflardan uzaklaşırken biraz daha konuşkandın ama dönerken yine susmaya başladın... Bir şeyin var ki, götürmekte istemiyorsun, getirmekte!.. O ne ola ki?.. Gönül desem, bu çok klasik kalır senin arayışlarında. Hem düşünüyorum da, seni yargılayan hangi iki zalim göz ola ki, seni böyle kendi içine hapsede... Yok, yok bu değil!..
 Gülümsedi. Neredeyse sesli sesli gülecekken ani bir öksürük nöbeti bu isteğini engelledi. Devamla:
- Hele bir köye varalım bakalım... Halam bir güzel karnımızı doyursun. Sonra, seni konuşturmayı bilirim ben. Şu dağ aslanına kim kurşun atmış öğreniriz. Umran bilir misin?.. Aslında arkamızda bıraktığımız her ceset, bana da müteakip birkaç gün anlaşılmaz bir huzursuzluk verir. Ne kadar zalim, vatan haini, düşman, alçak olsalar da sonuçta; 'onlar da insandı' diye, içimde bir mahkeme kurulur. Üzülürüm. İnsan olarak, insanlık adına üzülürüm yani... Hani derler ya:  " ... doğruyu kendi için severim, ne yapanın güzelliği, ne yaptıran için değil!.."  Öyle,  bu türden bir şey işte. Şimdi düşün, şu arkamızda yere serdiğimiz alçak Mendo'yu. Herif otuz, bilemedin otuz beşinde var yok. Suretten boylu boslu, esmer bir asya tipi. İnsan, insan işte. Ama at kuyruğu altında balayı yapan keneye benziyor. İnsanına, namusuna, ahlakına, inancına aykırı ne varsa ihanet içinde. Bazen bu  tiplerin canını da Azrail'mi alıyor diye, (tövbe), düşünmeden edemiyorum…
- Sahi herif durumu anlayınca ne yaptı?.. Silaha falan davranmadı mı? Ben sanki seni tahrik eder, günahlarını sayar; 'oh!' ettim türünden diklenir dedim ama!..
- Nerde!.. Herif(!) iki ucu salya sümük zurna gibi bağırmaya başladı. Neyse ki, tanklar daha çok bağırıyordu!.. Oh!.. Torbaya sığsa bir ömür yeter!.. Allahuekber!..       
Sonra içten bir tebessüm sarartısı içinde, Umran'a baktı. Molaları, tekrar köye doğru dönüp yürümeye başlamalarıyla sona erdi.
Umran, O'nun nasıl bir kabadayı edasıyla yürüdüğünü, hala hayıflarak nasıl kendi kendine konuştuğunu gülümseyerek izledi. Bu dağlının(!) nasıl olup ta, umursamaz bir keyfiyet içinde dağa taşa korku salmasına rağmen,  ince zarlı bir kalp taşıdığına hayret etti... Savaşın evrensel şartları içinde, O kendini en yavaş işleyen duygusunun hızına ayarlamış, mantık ve mentalite den yana muhasebe yapıyordu. Bir lanet(!) kervandı ki, kervanbaşı kervanın hızını en yavaş katara göre ayarlamıştı. Babür'ün en yavaş duygusu, kendi aksine belki de o hiç sevmediği 'intikam tutkusu' olmalıydı.
Korkuyla karışık, ürpertiler içinde köye bakıyordu şimdi. Hayli ağır hissetti kendini. Sapsız 'loğ taşları' geldi, aklına. Teselli, küçük bir çocuğun pazu kuvvetinden farklı değildi. Ya yer çatlayacaktı ya göğüs. Yere gömülürcesine çömeldi, sonra kalktı. Nefesini her verdikçe, adeta kendide havaya karışıyordu...  
Bir kalp hastası gibi derin soluklarla, habire sorgulayıp durdu kendini... Ancak, ağaçtan düşen yaprağın, yerde murat alma şansıda yoktu hani. Rüzgar, parçalayacak kadar kovalayacaktı onu. Köy bunun için yeşil kalacağı daldan başka bir yer değildi.  Bunu artık iyiden iyiye anlamıştı.
  Birde Köy'ün, gönüle dayalı gizi ürkütmese, dahada dik durabilecekti elbet. O bir savaşçıydı. Savaşçı, 'avuçları mezarı olan' gibi düşünürdü ya!... Gibisi yoktu.. Akıbeti belli olan hastaya benziyordu artık.
 Seviyordu...  Kalp her çıtında uçkuru düşen saatlerden değildi. Akıldan yardım görmeyeceği kesindi!.. Ne varsa yaşanacaktı… Plansız ve müsveddesiz. Kalem ateşten, kağıt rüzgardandı!.. Yüreğiyle barışmalıydı!.. Ama o sarhoş, yine o şaşkın masal perileriyle kuş uçuruyordu.
 Güvercinler gözyaşıyla yıkanıyordu. Yolculuk vardı elbet. Peri padişahının kızına yazılmış bir sürü mektup vardı!..  Bir sürü mektup vardı, yazılmış. Kırmızı parmaklı güvercinler adressiz ufuklara doğru yola koyulacaklardı. Her peri kanatlı his, ayrı bir Umran'a musallatı... Gönül taze hisleri ham meyveler gibi ikram ediyordu yüreğe!..
 Hayli garip hissediyordu kendini. Bir garip kişi işte!.. Kırılacak dişleri kalmamıştı garibin. Bu düşünceler kuru ekmektende katıydı. Taş aradıkça tırnaklarından olmuş, güvercin ıskaladıkça taş ısırmıştı. Hayli yaşlanmış geliyordu kendine. Koynuna, altını tutamayan yaşlı, kart bakireler sokuyorlardı. Kaldı ki yaşını da boş vermişti.  Bu kez aşık olmuştu galiba!.. 
Bazen anlaşılmaz olduğu da olurdu kendine... Ama yeni derdi, onu olduğu gibi değilde, olamadığı gibi acıtıyordu. Pervanesine üfüren nefes kaderindi ki; dönüp dolaşıp aynı kapıda duruyordu. Tokmaksız, anahtarsız, büyülü ve siyah!..
  Yaşayacakları düşündükçe, ona burcunu sormaya başladılar. O ya oğlak oluyordu, ya aslan. Avuçlarının güneşi okşayacak kadar nasır tutmadığı belliydi.
İşte köye, sözüm ona gönüle gidiyordu. Çay rengi bir gönüldü bu!.. Hiçbir sitemi yoktu yanıklarına. Sevda hem merhamete benziyordu hem azamete. Elleri yanmayacak olsa, ikisini de şu yorgun ateşten çekip almak, sonra ırmağa atmak ne hoş olurdu kim bilir!..
Köye girmişlerdi. Köy çok sakin ve karanlıktı. Yatsı epeyi geçmiş, birkaç pencerenin cılız halesi dışında, hayat belirtisi yoktu. Sükut öyle bir çökmüştü ki, daldan yaprak düşse ses oluyordu. O yüzden, ikisinin de ayak sesleri,  bu sessizliğe külfet gibiydi.
Köye, sokaklara dik istikametten, güneyden taraf girmişlerdi. Babürşah :
- Umran bu taraftan, diye işaret etti, devamla;
- Halama gidelim... Dedi.
Umran, sol tarafındaki birkaç ahır arasındaki sonuncusunu görünce, tekrar belli belirsiz bir heyecan geçirdi. Gülümsedi, sonra duraksadı. Göğsüne mutlu bir şeyler dolduğunu hisseti. İlk kez, köye gelişine sevinmişti.
- Komutan! Diye seslendi cevaben. Babürşah O'na doğru döndü ki;
- Komutan, ben sol taraftan arkadaşımı götürdüğüm sokaktan doğru geleceğim. Sokağı özledim bir an!..
- Tamam delikanlı!.. Ama zaten, seni o sokağa götüreceğim. Önceden kaldığın misafir evinde kalacaksın. Hem Hasan'da şimdi oradadır. Her neyse, içerden sokağın başına çıktın mı Hala evinin önündesin demektir. Ben dışarda olurum zaten...
Umran bu sefer arkasında katır olmadan, damlardan sokağa giden meyilli arsadan geçip, kendini çarçabuk sokağa attı. Bu sokak, öyle nazlı bir sevinç sunmuştu ki ona, buna hüzünde denebilirdi. Hüzünle sevinç ancak bu kadar birbirine benzeyebilirdi.

Önceki sayfa   Sayfa başına git  
YORUMLAR
 Onay bekleyen yorum yok.

Küfür, hakaret içeren; dil, din, ırk ayrımı yapan; yasalara aykırı ifade ve beyanda bulunan ve tamamı büyük harflerle yazılan yorumlar yayınlanmayacaktır.
Neleri kabul ediyorum: IP adresimin kaydedileceğini, adli makamlarca istenmesi durumunda ip adresimin yetkililerle paylaşılacağını, yazılan yorumların sorumluluğunun tarafıma ait olduğunu, yazımın, yetkililerce, fikrim sorulmaksızın yayından kaldırılabileceğini bu siteye girdiğim andan itibaren kabul etmiş sayılırım.
 

Bu haber henüz yorumlanmamış...

FACEBOOK YORUM
Yorumlarınızı Facebook hesabınız üzerinden yapın hemen onaylansın...
ERZURUM GAZETESİ
YAZARLAR
Ö. Faruk Kayaalp
Ö. Faruk Kayaalp
Gazze’den Doğu Türkistan’a Dinmeyen Ağıt: Akif’in Uyarısı
Ahmet Göksan
Ahmet Göksan
Konunun Mülkiyeti 
Ayhan Kara
Ayhan Kara
Ülkü Ocakları Mektebi ve Yiğido Mehmet Şarkışla
Mahmut Akdağ
Mahmut Akdağ
Bir başarı Hikayesi: ‘Erzurumspor’
Ali Kemal Koçak
Ali Kemal Koçak
Kibirli Siyaset Aktörleri ve AK Parti'nin Değişim İhtiyacı
İzzet Fehmi Aksakal
İzzet Fehmi Aksakal
"Devlet Adamı” olmanın somut örneği: Vali Mustafa Çiftçi
ERZURUM
ÇOK OKUNANLAR
ÇOK YORUMLANANLAR
ARŞİV
ANKET
Erzurum’da Belediyelerin Önceliği Ne Olmalı?

a.Kentsel Dönüşüm
b.Kent içi Ulaşım
c.Altyapı
d.Sosyal Belediyecilik
e.Kültür, Turizm ve Sanat
f.Sosyal Katılımcılık
g.Mahalle Kültürüne dönüş


Sonuçları göster Anket arşivi
FACEBOOK'TA ERZURUM GAZETESİ
TWITTER'DA ERZURUM GAZETESİ
Ana Sayfa Guncel Asayiş Siyaset Ekonomi Eğitim Kültür-Sanat Sağlık-Yaşam Spor Araştırma İnceleme Bölgeden
KünyeHakkımızda KünyeKünye İletişimİletişim FacebookFacebook TwitterTwitter Google+Google+ RSSRSS Sitene EkleSitene Ekle Günün HaberleriGünün Haberleri
Maxiva